ANIT ESERLERİN YAZARI TONI MORRISON

Reading the Writing: A conversation between Tony Morrison and ...

ANIT ESERLERİN YAZARI TONI MORRISON

Bana göre az çok her okurun zihninde, gönlünde okumak istediği bir kitap vardır. Ya da en azından bir kitabı okumaya başladığı anda kendi de o yaratım sürecine yavaş yavaş dahil olur ve bir beklenti içerisine girmeye başlar. Zaten okur eleştirileri de bir nebze bu yüzden değil midir? ”Sonunu öyle beklemiyordum” lafını pek çok yazarın benim gibi duyduğuna eminim.

İşte Toni Morrison bu bahsi geçen okurlardan biri. O kadar ki bir gün okumak istediği kitabı bulamadığı için oturup kendi yazmaya karar veriyor. 1960’ların sonu. Howard Üniversitesi’nde çalışırken tanıştığı eşi Harold Morrison’dan yeni boşanmış, henüz küçük olan iki çocuğu ile birlikte New York’a taşınmış, Random House yayın evinde editörlük yapıyor. Çocukluğundan beri gerçek bir kitap kurdu, ne bulursa okuyor, dolayısı ile yaptığı işten memnun. O zamana kadar zenci edebiyatının da sıkı bir takipçisi. Siyah Amerikalıların yaşadıkları – çektikleri eziyetler diyelim –  ilgi alanı, ancak okuduklarında tam olarak aradığı samimiyeti bulamıyor. Ralph Ellison, Richard Wright siyah Amerikalı edebiyatının sevdiği yazarları olmakla birlikte ona ”bir yön göstermiyorlar.”  Kitaplarında kendi ”sesini bulamıyor.” ”Bana bir şey anlatmıyorlardı” diyor, ”O konuyla ya da bizimle ilgili bir şeyler söylüyorlardı, ancak bunları size, diğerlerine, beyazlara, erkeklere söylüyorlardı.” Halbuki o yaşananları öncelikle kendilerinin anlamaları gerektiğini düşünüyor. Ve böylelikle ilk kitabını, En Mavi Göz’ü yazmaya başlıyor.

Aradan aylar geçtiğinde halen ne yaptığından emin değil, fakat bir akşam yemekten sonra kucağında henüz bebek olan oğlu, bir elinde kalemi çalışma masasına oturuyor. Oğlu yemekten kalkan her bebeğin başına gelebileceği gibi bir anda önünde duran kağıdın üzerine kusuyor. Morrison hiç istifini bozmadan kağıdın temiz kalan yerinden yazmaya devam ediyor. Kendisi bu hikayeyi anlattıktan sonra ”İşte o zaman yazar olduğumu anladım” diyor. Ancak kendine yazar titrini yakıştırmakta yine de aceleci davranmıyor. Bu hayatın tam da istediği hayat olduğunu anlamasına ve kendini bir tek yazarken çok ”tutarlı” hissetmesine rağmen üçüncü kitabı Solomon’un Şarkısı basılana kadar ”Ben yazarım” demiyor. Zaten 1970’de piyasaya çıkan En Mavi Göz pek satmıyor doğrusu. Birbirinden farklı eleştiriler alıyor ve dört yıl sonra kitabı hiçbir yerde bulmak mümkün olmuyor. İkinci kitabı Sula, bugün en beğenilen eserlerinden biri olmasına rağmen o gün için kariyerinde bir farklılık yaratmıyor. Ancak üçüncü kitabı Solomon’un Şarkısı ile ulusal bir ödül kazandıktan sonra Toni Morrison adı daha büyük bir okur kitlesine ulaşmaya başlıyor.

Tam bu noktada Toni’nin yazarın asıl adı olmadığını söylemenin zamanıdır. Oysa Solomon’un Şarkısı adlı kitapta karakterlerin isimleri büyük bir titizlikle seçilmiş ve Morrison bu mevzuya ne kadar önem verdiğini adeta edebiyatı aracılığıyla anlatmak istemiştir. Sadece bu kitabında değil aslında, genel olarak hepsine bakıldığında yazar sürekli siyah Amerikalıların kimliklerini bulmaya yahut bir kimlik oluşturmaya çalışmalarını anlatır. Ve bu arayışta isimler çok önemlidir. Hiçbiri rastgele seçilmemiştir, tıpkı siyah Amerikalıların çocuklarına verecekleri isimleri rastgele seçmedikleri gibi. Peki kendisi neden ismini (ve muhtemelen ona özenle verilen ismini) değiştirmek istemiştir? Zira 1931 yılında dünyaya Chloe Ardelia Wofford olarak gelir. 1979 yılında verdiği bir röportajda üniversite yıllarında okuldaki arkadaşlarının Chloe ismini söylemekte zorlandıkları için ikinci adı Anthony’yi kısaltarak Toni yaptığını söylemiştir. İkinci adının Anthony olmadığına dair kendisine bir soru soruldu mu ve buna ne cevap verdi bilemiyorum, fakat bildiğim, bu isim değişikliğinden daha sonra pişman olduğu. Hatta bir röportajında ilk kitabının üzerinde Toni ismini gördüğünde çok üzüldüğünü anlatmış. Peki siz kitabın kapağını basılmadan önce görmemiş miydiniz sorusuna ise çok belirsiz bir cevap vermiş, o günlerde aklının başında olmadığını söylemiş. Bu konu mühim; mühim çünkü biraz önce de söylediğim gibi Morrison isimlere belki hiçbir yazarın vermediği kadar çok önem veriyor. Örneğin Solomon’un Şarkısı’ında Milkman Dead karakteri büyükbabasının asıl ismini öğrenene kadar adeta bir belirsizlik içerisinde yaşıyor; geçmişten, yaşanan güne bir bağ kuramadığı gibi soyunun nereden geldiğini anlayamadığı için kendi hayatını anlamlandıramıyor.

Şüphesiz isimlerin yaratacağı auraya bu kadar inanan birinin kendi ismini seçmek istemesi çok da tuhaf değil, lakin Toni’nin manasını ve neden onu seçtiğini (en azından kendisi için) hiçbir zaman bize anlatmıyor. Daha da tuhafı kendini çoğu zaman Chloe olarak kabul ediyor. Nobel edebiyat ödülünü aldıktan az sonra şöyle demiş: ”Sürekli yanlış isimlendirilmek konusunu yazıyorum. İsminizi nasıl edindiğiniz çok önemlidir. Annem, kız kardeşim, bütün ailem bana Chloe diyor. Bu arada geçen sene Stockholm’e Nobel ödülü almaya giden de Chloe idi.”

Belki de esas olması gereken bu: Bir yazarın kendi içerisinde iki kimlik oluşturabilmesi ve bu ikisi arasında yolculuklar yapabilmesi. Zaten Morrison’ın bunu yapmakta başarılı olduğunu yazar kimliğinden çıkıp rahatlıkla okur kimliğine bürünebilmesinden de anlıyoruz. Kendini yazdıklarından tamamen soyutlayarak sade bir okur gibi bakabildiğini söylüyor en nihayetinde, ki bu pek zor bir şey olmalı. Zannederim Morrison’ın başarılı bir yazar olmasının sırlarından biri de bu. O hiçbir zaman kendini okurundan koparmıyor. Ne düşünsel ne de dil olarak. İlk romanından itibaren edebiyatına kendi mensubu olduğu ırkın sorunlarını taşımış, Amerika’daki ırkçılığı, dolayısı ile de tüm dünyada bir zaman yaşanmış olan, belki de farklı etnisitelerle farklı coğrafyalarda halen yaşanmakta olan bir ayıbı anlatmış. Belki romanlarında Amerika kıtasının dışına çıkmıyor ama dünyanın neresinde olursa olsun okuyan herkesi derinden sarsacak ‘suçlar’dan bahsediyor. O kadar derin yaraları açıyor, öyle korkmadan tekrar su yüzüne çıkartıyor ki ilk kez Toni Morrison okuyan biri yer yer kendinde devam edecek gücü bulamayabilir. ‘Ham gerçeği’ diyeyim, siz hatırlamak istemeseniz de burnunuza dayıyor. Üstelik bunu yaparken dili yapay değil; şairane cümleler kurmasına rağmen hiçbir vakit aşırıya kaçmıyor, adeta durması gereken yeri mükemmelen biliyor. Böylelikle okur belki bir cümle sonra yorulacakken okumaya aynı enerjiyle devam edebiliyor. Bunu sağlayan etkenlerden biri metinler arasına yerleştirilmiş diyaloglar. Morrison özellikle bir çağ zencilerinin konuşmalarını noktasına virgülüne dokunmadan yazıyor. Tıpkı günlük hayatta olacağı gibi yazım kuralları sahneyi terkediyor ve o andan itibaren konuşanlar adeta sayfadan çıkıp gerçek karakterlere dönüşüyorlar. (Tabii bunun bir kısmının diğer dillere çeviride kaybolacağını bilmekte ve kabullenmekte fayda var.) Morrison dili şöyle anlatıyor: ”Dil zencilerin çok sevdiği bir şey – kelimelerin söylenişi, dil üzerinde yuvarlanışı, değişik şekillerde denenmesi, oynanması. Bu bir aşk, bir tutku. Fonksiyonu adeta bir rahibinki gibi; seni oturduğun yerden kaldırmalı, kendini kaybetmeni ve kendini duymanı sağlamalı. Olabilecek en kötü şeylerden biri bu dili kaybetmek olur.”

Belki Morrison’ın yazarken sık sık zamanda geriye gitmesinin sebebi o zaman kullanılan dili şimdi bulamayacak, kullanamayacak olması. Her ne kadar siyah Amerikalıların bugün de İngilizceyi kendilerine has bir kullanma şekli olsa da 1800’ler hatta daha öncesinde kullanılanla aynı olmadığı muhakkak. Fakat kendisinin yazarken kullandığı şiirsel dille okurun zihninde o bahsettiği gospel kilisesindeki rahibin etkisini yarattığı kesin. Kıyıda köşede kalmış bir duygunun en güzel kelimelerle ayaklanıp adeta yürüyüşe geçtiği o paragrafların sonunda insanın hakikaten de oturduğu yerden kalkıp, belki de gözyaşları içerisinde, böyle bir yeteneğin varlığı için şükredesi geliyor. Ben yapacak değilim ama bu şiirsel yazım tarzını sorgulayanlar olmuş, Morrison’ın cevabı şöyle: ”Metaforlar zenci konuşmalarında doğal olarak bulunur.” Bütün bunların yanı sıra yazarın okuruna bir duygu empoze etme derdi de yok. Zarflardan (belirteç) kaçınıyor örneğin. Birinin konuşurken kızgın olup olmadığını bize söylemiyor, biz öyle olduğunu anlıyor ve hissediyoruz.

Bütün eserlerine kendi toplumunun sorunlarını taşıyan Morrison’ın en büyük başarıya ulaşmış kitabı 1987 yılında yayımlanan Beloved, yani Sevilen. Gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılarak yazılan bu kitapta, çalıştığı çiftlikten kaçan köle bir kadının geri götürülmek için sahipleri geldiğinde henüz bebek olan kızını kendisi gibi köle olmaması için öldürmesi ve sonrasında da kızının ruhunun ailesini rahat bırakmaması konu ediliyor. Kitap daha sonra film yapılmış, başrolünde ise kitabın ünlenmesinde çok önemli rolü olan Oprah Winfrey oynamıştı. Aynı zamanda basılmasından bir yıl sonra sadece Amerikalı yazarların kitaplarına verilen en prestijli ödül olan Pulitzer’ı da kazandı. Daha sonra da Frederic G. Melcher ödülünü kazanan Morrison, ödülü kabul töreninde zamanında Amerika’ya getirilerek köle olmaya zorlanan insanların anısına adanan hiçbir anıt, park, vs. olmadığını, bu yüzden de kitabının bu işlevi gördüğünü söylemişti. Yani Sevilen adeta bir abide idi. Morrison ”kalıtımsal travma”nın yaşanan bir gerçek olduğuna dair en iyi örneklerden biri. Zira aslında kendisi ırkçılığı bire bir deneyimlemediğini, hatta gençken etrafında ırkçılık görmediğini anlatıyor. En Mavi Göz’ü yazma sebebinin bu olduğunu söylüyor. ”Nasıl bir his olduğunu anlamak.” Anlaşılan o ki daha sonra her kitabıyla konu hakkında biraz daha fazla şey öğrenerek zamanda iyice geriye, 1600 sonlarına kadar gidiyor ve Amerika’daki köleliğin altında yatanları anlatıyor. Zaten bir yazar olarak en önemli mottosu bildiği konular hakkında değil bilmediği konular hakkında yazmak. ”Bir yazar sadece bildiğini değil, bilmediği hakkında da yazmalı. Hayalgücünü genişleten budur” diyor. Amacına ulaşmış olmalı ki Morrison sadece ülkesi başkanlarının elinden insanlığa verdiği hizmetler için ödüller almakla kalmadı, bir de 1993 yılında Nobel Edebiyat ödülüne layık görüldü.

Ancak elbet bir siyah Amerikalı olarak empati kuruyor olması ve ne olursa olsun bu kötü tarihin bir parçası olması bir toplumun geçmişine ve kendisinin belki saklı kalmış öfkesine yolculuğunu kolaylaştırmış olmalı. Tıpkı bu konuda olduğu gibi geride bırakılmış, itilmiş, bir ırk aşağılanması yaşanırken kendi ırkı içinde dahi aşağılanmış ‘kadın’ı edebiyatına taşırken de kendinden parçaları peşi sıra getirdiğine inanıyorum ben. Kendinden önceki siyah erkek yazarların yapmadığını yaparak kadın sorununu da ele alıyor. Buna rağmen, Morrison kitaplarında kadının toplum içindeki alçaltılmış konumuna fazlasıyla yer verse de bir feminist değil. ”Ucu kapalı olan pozisyonlarda bulunmayı sevmiyorum” diyor.

Esasen bu beyanat onun her konuyu ele alış, işleyiş tarzına uygun düşüyor. Onun kitaplarında iyi – kötü her zaman karşı karşıya ve fakat her zaman kol kola. Adeta birbirinden ayrılmaz bir ikili ve okur da bunu aklından çıkarmamalı. Morrison kötülüğü ortadan kaldırmak ya da kontrolümüz altına almak yerine onunla yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini vurgular gibi. Benim kendi Morrison okumalarımdan aklımda kalan en dehşet verici anlardan biri En Mavi Göz’deki Pecola’nın babası tarafından tecavüze uğradığı sahnedir. Kitap okumayı seven genç bir kızın kanını donduracak bu sahneyle Morrison belki de okurunu en kötüye hazırlamak istemektedir. Ben bu makale içerisinde bile bu satırları yazarak okuru huzursuz etmek istemezken Nobelli yazar bunu bütün bir kitap boyunca, Pecola’yı hamile bıraktırarak adeta kötülüğün daimi varlığını hatırlatmak için tekrarlayıp durur. Başka bir yazarın dediği gibi ”Büyümek için masumiyeti kaybetmek gerekir.” Bizler okur olarak Pecola’nın yıkımını gördükçe masumiyetimizi kaybederiz. Hayatın bilmek istemediğimiz gerçekleriyle karşılaştıkça, bir çoğu geçmişte kalmış, yaşanıp bitmiş de olsa, okuduğumuz sadece bir kitap olmasına rağmen, oturduğumuz koltuğumuzda kuvvetleniriz; artık hayata karşı daha hazırlıklıyızdır. Fakat hiç beklenmedik anda iyilikler de çıkar insanın karşısına. Tam da umudunuzu yitirmişken. Biz kötü bir karakterin iyi yanını görmek istemezken Morrison bu sefer de bizi bu konuda şüpheye düşürür. Yoksa iyi midir o tacizci? O kadar da fena bir insan değil midir? Hatta karakterin kendisi bile bu soruyu sorar. Yazar oluşturduğu karakterleri mümkün olduğunca sınıra iter, içinden çıkılması zor koşullar oluşturur ve adeta karşılarına oturup ne olacağını seyreder. Bunu yarattığı karakterlerin gerçek tabiatlarını sergilemelerini sağlamak için yapmaktadır. Mahallesinde çok sevilen bir delikanlının dağda savaşmak zorunda kaldığında içinde olduğunu bilmediği ya da sırf bulunduğu ortam yüzünden içinde biriken kini kusması gibi. Döndüğünde aynı adam olmayacağı kesindir, öyle değil mi? Aslında her ne kadar geçmişte ve belli bir coğrafyada yaşanmış olaylardan yola çıkarak bir hikaye anlatsa da konu gelip bugüne dayanır ve evrenselleşir. Artık hepimizin, tüm insanlığın hikayesini anlatmaktadır. Bir, kendi gözümüzden kendimizi nasıl tanımladığımızı anlatır; iki, başkaları tarafından nasıl tanımlandığımızı. Bunu en güzel yaptığı romanı Jazz (Caz) olsa gerek. Siyah Amerikalı tarihine bakışın Sevilen’den sonra ikinci ayağı olan bu romanda aslında tüm caz severlerin, Amerika’da, Harlem’de yaşamış biri olarak da benim ayrıca çok ilgimi çeken bir döneme, 1920’lerin Harlem’ine gider. Elbette olaylar yine biraz daha geçmişe uzanır. Ama en önemlisi olay örgüsü farklı bakış açılarından anlatılır.

Morrison’ın dil gibi, bazen akıl dışı olsa da büyüler gibi, sözlü hikayeler gibi ve müzik gibi siyah Amerikalıları tanımlayan bazı değerlerin yavaş yavaş kaybedilmesinden, ellerinden kayıp gitmesinden ve hatta bilhassa kendilerine has müziklerinin ‘beyazlara’ kaptırılmasından korktuğunu kitaplarına konu ettiklerinden hissediyoruz. Sanki Caz’da bu sonuncuya sahip çıkmaya, hatta tabiri caiz ise patentini tescillemeye çalışıyor. Başarıyor da. Caz’ı adeta müzik gibi, notalarla yazıyor. Hani biraz zorlasak söyleyebileceğiz. Satırlarıyla insanda yine yeteneğine şapka çıkarma hissi uyandırıyor. Yazar türün enstrümanlarına tamamı ile hakim. Hiçbir müzikoloğun çıkıp itiraz etmesine imkan vermiyor. Bunun sebebi şüphesiz müzisyen bir aileden geliyor olması. Toni Morrison’ın annesi Ramah Willis iyi bir caz ve opera şarkıcısı. Aynı zamanda dönemin sessiz film oynatan sinemalarında da piyano çalarmış. Morrison’ın anne tarafından büyükbabası ise keman sanatçısıymış. Yani aslında yine köklerine gidip oradan beslenebilmeyi başarıyor. Bir zamanlar gönlü ressamlıkta yatan nobelli yazarımız Orhan Pamuk’un adeta satırlarını boyaması gibi Toni Morrison da edebiyatını söylüyor. Chloe, Toni… İsmi ne olursa olsun, Morrison tam kırk bir yıldır verdiği edebiyat eserleri ile öğrenmeye ve öğretmeye devam ediyor. Ve o istediği kadar ”Bir kitabın derinliğine indikçe kendimin gitgide yok olduğunu, belirsizleştiğini hissediyorum” desin, edebiyat tarihinde unutulmaz bir anıt olarak, somut, yerini sağlamlaştırıyor.

 

Toni Morrison’ın son kitabı Home (Ev) ise Mayıs ayının sekizinde çıktı. Bu onun 41 yıllık kariyerinde onuncu kurgu eseri. Kitaplarında genellikle kadın karakterleri işleyen Morrison bu kez baş kahramanını bir erkek olarak seçmiş. Frank Money Kore Savaşı’ndan dönen bir siyah Amerikalı. Ancak savaşta içindeki kötüyü farketmiş, bunu su yüzüne çıkarmış, her türlü kötülüğe de şahit olmuş tüm askerler gibi ülkesine kırık dökük, ruh hali tamamı ile bozulmuş olarak dönüyor. Her şeyden evvel yaptıklarını ve arkadaşlarına yapılanları unutamıyor. Üstelik kendi ülkesine döndüğünde de bıraktığı gibi ırkçı bir ortama geldiğini farkediyor. Her ne kadar o bir savaş gazisi olsa da ülkesinin ona kucak açmadığını ve yaralarını sarmadığını görüyor. Memleketi Georgia’ya ise gidemeyecek kadar oradan nefret ediyor.  Zaten zamanında sırf oradan, siyah Amerikalılara yapılan ayrımcılıktan kaçmak için askere yazılmış. İçi nefret dolu, bu ruhsal karmaşa içerisinde bir yıl geçiriyor. Fakat bir gün Georgia’da yaşamakta olan tanımadığı, Sarah adında bir kadından bir mektup geliyor. Sarah Frank’in kız kardeşinin tehlikede olduğunu ve onu geç olmadan gelip kurtarması gerektiğini söylüyor. ”Ölmeden” diyor, ”Acele et.” Frank parasız pulsuz ve sağlıksız bir halde yollara düşüyor. Bu yolculuğunda karşısına ilk çıkan ve 17 dolar vererek yardımcı olan John Locke isminde bir peder. Morrison’ın bu ismi kullanması şüphesiz sebepsiz değil. Muhakak kendisi önümüzdeki aylarda vereceği röportajlarda açıklayacaktır, fakat benim tahminim John Locke’ın Morrison’ın daima peşinde olduğu ‘kimlik’ olgusunu açıklayış şekli. O insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini söyler. Zihnimiz bir ‘tabula rasa’ yani boş bir kağıttır ve bizler bunu zaman içerisinde deneyimlerimizle doldururuz. Öyle görünüyor ki Morrison Frank’in bu mektupla beraber hayata sil baştan başladığını ve yapacağı bu yolculukta kimliğinin yaşayacakları ve eylemleriyle beraber yeniden tanımlanacağını anlatmak istiyor.

Eş zamanlı olarak Frank’in kardeşi Ycidra, ya da Cee’nin de hikayesini okuyoruz. 14 yaşındayken işe yaramaz bir adamla evden kaçan Cee terkedildikten sonra Beauregard Scott adında beyaz bir doktorun yanında asistan olarak çalışmaya başlıyor. Scott’ın ev işlerine yardımcı olan Sarah (daha sonra Frank’e de mektubu yazan kişi olduğunu anlıyoruz) Cee’ye çalışacağı ofisi gösterirken içeride gördüğü kitaplardan dehşete düşüyor. Zira hepsi genlerle oynayarak ‘ırk’ı değiştirmek üzerine. İşte okuyucu bu koşullar içerisinde Frank’in gelip Cee’yi kurtarmasını bekliyor. Bundan sonrasında Frank’in gelip kardeşini kurtarmasına, doğdukları ve ikisinin de nefret ettiği o küçük kasabaya gitmelerine, orada bir takım şifacı kadınların Cee’yi iyileştirmelerine tanık oluyoruz.

Sonuç itibariyle Frank de Cee de bir zamanlar nefret ederek ayrıldıkları bu küçük Georgia kasabasında tekrar kendilerini buluyorlar, benliklerine kavuşuyorlar. Morrison bilhassa Frank’in hikayesinde insanın kendini bulması için kendi içine bakması gerektiğini, dünyanın öteki ucuna gitmesi gerekmediğini mi anlatmaya çalışıyor? Belki de insanın kimliğini bulması için her şeyden evvel geçmişine uzanması ve orada kalan pürüzleri görmesi, düzlemesi gerekiyor.

Bütün olay akışı ve bu kendini arayış süresince Morrison’ın sürprizlerinden biri anlatım tarzında. Bir dış ses olayları anlatırken arada bir Frank devreye girerek, kendi hikayesini kendi anlatıyor. Güzel olan yanı bunu yaparken yer yer dış sese itiraz etmesi, hayır olaylar öyle değil böyle oldu, ben öyle bir şey düşünmedim demesi.

Kitap şimdiden okuru ikiye bölmüş durumda. Kimi Morrison severler bir Toni Morrison kitabından bekledikleri her şeyin bu kitapta da olduğunu, hiçbir şekilde hayal kırıklığına uğramadıklarını söylüyor. Bir başka grup okur ise kitabı tamamlanmamış buluyor. Sonunun gereğinden hızlı bağlandığını, 160 sayfalık kitabın tatminkar olmadığını söylüyorlar. Üstelik marjinler bir hayli geniş tutulmuşken 160 sayfa olması gözlerden kaçmamış. Eğer romanın başındaki azim sonunda da gösterilmiş olsaymış Toni Morrison’ın son zamanlardaki en iyi eseri olurmuş diyen de var. Söylenenlerin hangisine meyledeceğimizi görmenin sadece bir yolu var tabii. O da yakında Türkçe’ye de çevrilmesini beklediğimiz Ev’i okumak.