FARANDOLA: Kelimelerin Dansı

Printed fabric FARANDOLA by Pierre Frey

FARANDOLA: Kelimelerin Dansı

Tabuları olmayan, çağının, bugünün bile ötesinde bir yazar. Leyla Erbil 80 yaşında ama eskimek ne kelime, hala hepimizden fersah fersah önde.

 

Biliyor musunuz, Leyla Erbil bana zamanında etrafındaki herkes yazar olduğu için yazmaya başladığını söyledi. Öyle çocukluğunda yazarlık hayalleri kurmamış, küçük yaşından itibaren yazar olacağını da bilmiyormuş. Bunu söylerken çok rahat, ve hatta omuzlarını silkiyor. Fakat öyle olamaz; bu kadar iyi bir yazar neredeyse ”kazara” yazar olmuş olamaz. Belki de derinlerinde kendinin bile farkında olmadığı bir yazarlık dürtüsü hep vardı ve bu yüzden genç kızlık yıllarında kendini yazarlardan oluşan bir dost meclisi içerisinde buldu.

”Açık sarı ilkokul kuşları, papatyalar koyu beyaz, yedi yaşımdı o sabah”

dizesini yazan biri etrafındakilerden etkilendi diye yazar olmuş olamaz. Dize dedim; Eski Sevgili’nin içinde yer alan bu öyküyü, Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu’nu okumuş olanlar hemen itiraz edebilirler, ona cümle denir diye. Gelin görün ki Leyla Erbil birbiri ardına dizdiği cümleleriyle koca bir şiir yazmaz da ne yapar? Şikayeti olan beri gelsin. Sait Faik o kadar etkilemeseymiş, onu düz yazıya imrendirmeseymiş, belki de şair olacakmış zaten. Sait Faik hayatında önemli bir yer tutuyor Leyla Erbil’in. En başında onu en çok destekleyenlerden biri o. Bir de kendisi yazdıklarını beğenmeyip bunlardan bir şey olur mu diye düşünürken bir gün ablasının arkadaşlarından şair Metin Eloğlu almış onu ve yazdıklarını, dergilere götürmüş ve işte öylelikle başlayıvermiş. ”Başlamak” fiili bence burada zayıf kalacak. Bana öyle geliyor ki Leyla Erbil hiçbir zaman başlamamış, hep devam etmiş. Zira bakıyorsunuz en gencecikken yazdıklarına ve dilindeki olgunluğa, cürete, devrimciliğe; imreniyorsunuz. Hani hep salık verilir genç yazarlara, kendinden öncekileri oku diye… Size en içimden geçeni söyleyeyim mi? Bir yazar işe Leyla Erbil okumakla başlarsa tüm cesaretini yitirip, benden bir  halt olmaz diyebilir. Bundan elli yıl önce en evrensel mevzuları ayağının dibine kadar getirip bu kadar içselleştirerek, bir de üzerine en bir yeni dil, imla kuralları, ”isyan grameri” (kim demişti onu, kızmasın bana o kadar güzel bir tanımlama ki söyleyen akıldan gidiyor da söylediği kalıyor) ile yazmış bir yazarın önüne geçmek kolay iş mi?

Devam etmiş, hem de her bir seferinde biraz daha evrilerek, neredeyse iyice zıvanadan çıkıp, ”Ben tekim!” demek istercesine mükemmeleşerek. Onun arkasından gelen yazarlar için çok zorlu, çok nefes nefese bir koşu bu. Tam da bu noktada belki değinmenin yeri: Leyla Erbil’in halka yakın bir duruşu olmasına rağmen dil ve kavramlar olarak halktan uzağa düşüyor olduğu bir tek benim fikrim değil. Bunu pek çokları ona sormuş bugüne kadar. Açıklaması şu: ”Halkla bağ kurma derdim hiç yok! Bağ kurmayı, kendini onlara beğendirmeyi amaç seçen bir yazar edebi aşkınlığını heba etmek zorunda kalabilir. İstisnalar kaideyi bozmaz (Nazım bir istisnadır).” Halkı beklemeye kalkarsa kendisinin ne edebi ne de düşünsel olarak hiç yol katedemeyeceğini düşünüyor. Leyla Erbil’in bu cevabı verirken duruşu çok hoşuma gidiyor. Bunun sebebi ”Hah, işte aynen öyle” dediğim için değil, kendisi gibi, olduğu gibi biri olduğu için. Kimsenin kalbini kazanmaya çalışmadığı, bir öyle bir böyle demediği, ne düşünüyorsa onu söylediği için. Ve hep böyle olmuş, dilinin kemiği hiç olmamış, sözünü de hiç sakınmamış. Hem hiçbir mevzuda.

Türk kadın ve erkeğinin daha ”çıkmak” kadar zırva bir lafı bile kullanamayıp ”konuşuyoruz”da kaldığı (bir kadınla erkeğin konuşuyor olması bile hakkında fiil uydurulması gereken bir durum, düşünün) dönemlerde o cinselliği en sahici, en ”olduğu gibi” haliyle kullanıyor. Kadınların cinselliğe açlığını çekincesiz, gerçek hayatta kahramanlarıyla karıştırılıp yargılanmaktan korkmadan anlatıyor. Hatta onlara yer yer en bayağı hislerini söyletiyor. Bu belki de onun karakterleri üzerinde bir otorite kurabilmesinin de bir sonucu. Kimi yazarların romanlarında karakter bir yerden sonra kontrolü ele alır ve artık sadece onun sesini duyarsınız. Oysa bana öyle geliyor ki Leyla Erbil her zaman karakterlerinin üzerinde bir güç. Ayrıca bir başka düşüncem de bilinçaltında var olan ve onu durduracak otokontrole tamamiyle zihnini kapatabilme yetisine sahip olduğu. Ondan onbir yıl sonra dünyaya gelen ünlü Şilili yazar İsabel Allende’in bundan birkaç yıl önce bir röportajını dinlemiştim. Erotik bir roman yazmak istediğini, ancak bunu yapabilmesi için annesinin ölmesini beklediğini söylüyordu. Erbil’in ise Müslüman bir ülkede böyle tabuları yok. Kimsenin ölmesini beklemiyor o istediğini söylemek için.

Zaten Erbil annesine rağmen istediği hayatı yaşayarak en başından güçlü karakterini ortaya koyuyor. Çocukluğu boyunca babası sürekli denize, sefere gittiği için annesi ”onun rolünü de benimseyip katmerli otoriter olmak zorunda” kalmış. Kızlarına hava kararmadan eve girmelerini tembihlermiş. Ve sırf bu yüzden Erbil daha çok genç bir yaşta ilk evliliğini yapmış. Bir nevi kendi özgürlüğüne kavuşmak için kısa bir süre de olsa başka bir adamla evli kalmış. Kısa sürmüş hoş, daha yılı dolmadan ayrılmışlar ve sonrasında Erbil çalışıp kendi parasını da kazandığı için anne evine/otoritesine dönmek zorunda kalmamış. Daha sonradan ”Bizim zamanımızda bu kadar özgür değildik, annem istedi, babam istedi, mecbur kaldım evlendim, siz oldunuz sonra da bırakıp gidemedim, nereye giderdim” diyecek olan kadınların doğduğu ellili yıllarda, o, meyhanelerde oturup hem kafa çekiyor hem dünyaya kafa tutuyor. Rakı sofralarındaki erkeklerin onu ”Ooo… Hoş geldin Leyla” diye beklediklerini zannetmeyiniz. Ve hatta yeri geliyor kovmalara kalkıyorlar, fakat onun direncini kıramıyorlar. İlla ki ”Ben” diyor. İstediğini yapacak, süregelmiş despotizme boyun eğmeyecek bir ”Ben.” Tuhaf Bir Kadın’ı hatırlayın. Baş karakterlerden Nermin bir gün yine Lambo adındaki mekana gider, ki zamanında Leyla Erbil’in de arasında bulunduğu pek çok yazarın gittiği bir mekandır, ve daha evvelden tanıdığı iki erkek çok sarhoş oldukları için yanlarına oturmaz. Adamlardan biri bunu küstahça bulur ve üzerine yürür, hatta bir yerden sonra ”Çık git” buradan diye Nermin’i de kovar. Nermin şöyle cevap verir: ”Sen kim oluyorsun da benim nerede oturacağıma karışıyorsun?” Adam, ”Karışırım, istemiyoruz seni burada, defol hadi!” diye üstelediğinde yine yılmaz Nermin: ”Gitmiyorum, senin haddin mi beni kovmak, senin keyfine göre mi yaşayacağımı sanıyorsun?” der. Tuhaf Bir Kadın Leyla Erbil’in otobiyografik romanı olmamasına rağmen şüphesiz kendi deneyimlerinden, onların çağrışımlarından da faydalanmıştır.  Leyla Hanım bir kez Lambo’da buna benzer bir olayın başına geldiğini, oradaki tek kadın olduğu için bir adamın kendisini kovduğunu anlatıyor. Benim için bu olayın mühim kısmı şu: Erbil’in orada oturmaktaki inadı bir kadın hakları savunucu olarak kendini ortaya atmasından kaynaklanmıyor; kendine öyle yüce bir görev biçtiği yok. Tamamen canı orada oturmak istediği için karşı koyuyor. İşte yine aynı dürüstlük! Asla duygularını ve hareketlerini kılıfına uydurmuyor, içinden geleni yapıp, onu anlatıyor. Ben bu ülkede kadın hakları için savaştım gibi bir söylemi yok. Bunları söylediği anda hanesine yazılacak puanların trink! trink! edeceğini biliyor ama gene de yapmıyor. Ben kendim için yaptım, kendi insanlık hakkım için diyor ve anladığım kadarıyla başkalarının onun örneğini takip edip etmemesi de pek umurunda değil. O anlatıyor, diğer Cumhuriyet kuşağı yazarları gibi insansan sorumlu olduğu hissiyle yazıyor, kimin ne anlayacağı okuyana kalmış. Yine durup okuru beklemeye niyeti yok.

Zaten onun hiç kimseye bir şeyi kabul ettirmek, bir yola sevk etmek, kendi doğrusunu dikte etmek gibi bir derdi yok sanki. Kimsenin onunla ilgili ne düşündüğü de pek umrunda değil. Yine onu romanlarından bir karaktere benzetmeden edemeyeceğim. Ben de bir yazar olmama ve kahramanlarıın söyledikleri yazarın ağzından çıksa da onun düşüncesidir manasına gelmediğini pek iyi bilmeme rağmen zannediyorum Karanlığın Günü’nde Neslihan ile kocası arasında geçen şu diyalogdan Nesli’ye ait olanlari Leyla Erbil’e yakıştırmam çok abes kaçmayacak:

– Nasıl gidiyor, roman, Nesli?

– Yazıyorum işte…

– Amma da uzun sürdü!

– Öyle, sürdü!

– Sen bunu yazana dek başkaları beş roman yazdı!

– Başkalarından bana ne?

– O kadar aralık vermen doğru mu? Unutulursun! Satış da azalır.

– …

– Bizim Abdullah bey bile izliyormuş seni, ”Hanımın çok yetenekli,” diyor. ”Yeni kitabı yok mu?” diye soruyor.

– Abdullah Bey de kim?

– Yeni gelen genel müdür!

– Abdullah beyden, onun yargılarından bana ne? Unutulmaktan bana ne? Satmasından bana ne? Ben beni yedi kişi anlasın istiyorum, yedi kişi yeter bana!

Gerçi Leyla Hanım bir röportajında tüm kahramanları arasında kendine en çok benzeyen karakterin Neslihan olduğunu söylemiş. Ayrıca ”Yazar ve ürünleri birbirinin tamamlayıcısıdır bence” de diyor, dolayısıyla bu alıntıyı kullanırken içim biraz olsun rahat. O ne kadar okunduğunu umursamadan, para kazanma kaygısı duymadan, inandığı meseleleri yazan bir yazar. Günlük trendlerle işi yok. Hoş, günlük trendleri takip etmesine gerek de yok, zira onun hikayeleri neredeyse birer kehanet. Sanki olacakları daha önceden sezip de yazıyor. Elbet bunun kahinlikle bir alakası yok; zannediyorum toplumsal durumları analiz yeteneği buna sebep oluyor. Her kitabında Türkiye’nin içinden geçmiş olduğu buhranları, halk içinde yaşananları, devrimcilerin hem olaylara hem halka hem de kendilerine bakışını bulmak mümkün. Leyla Erbil’in muhalif karakteri hepsine sızmış, sadece alışılmış inançları, söylemleri, gelenekleri değil, her şeyi, hayata dair ne varsa hepsini yerle bir etmek istiyor sanki. Kendi de onlardan biri olmasına rağmen devrimcileri, solcuları lime lime ediyor, bozulmuşluklarını yahut bozulmaya yüz tutmuşluklarını, kendine bile acımadan söylüyor. Bugüne kadar neredeyse tüm hükümetlere muhalefet ettiğini düşündüğümden soruyorum. ”Peki Atatürk’e yahut onun kurduğu hükümete nasıl muhalefet ederdiniz?” ”Atatürk’ü eleştirecek pek çok neden bulabilirim” diyor, ”Ancak insafsız değilim. Onun bizlere sunduğu cumhuriyetin eksikliklerini görmem onu inkar etmem anlamına gelmez. Zamanın koşullarında yapabileceğinin en iyisini esirgemediğini düşünüyorum ve kendisine özellikle kadınlara açtığı çağdaş olanaklar yüzünden şükran duyuyorum. Elbette imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyi yaratamadı. Ancak ömrü yetse Türkiye halkları bugün bambaşka bir yerde olurdu; örneğin Kürt halkının onurunu onaracak ve onları tatmin edecek, güney doğunun kemikleşmiş aşiret yapısını ve bugün iktidar partisinin içinde boy gösteren aşiret reislerini çökertecek bir formülü çoktan bulmuş olurdu. Ölümünden bunca yıl sonra bile hangi hükümet hangi iyileştirmeyi sağladı doğuya, efendi köle ilişkisini çözen oldu mu güney doğuda?”

Ülkede yaşananlara her zaman duyarlı olmuş bir yazar Leyla Erbil. Hiçbir zaman üç metre ötesine bile düşmemiş. Her zaman tam da içinde olmuş olayların da, protestoların da, bildirilerin de. Ölümden korkmasına rağmen hayattan hiç korkmamış, ki bu bana daha tuhaf geliyor. Biri diğerine sebebiyet vermez mi? Hayat kanser yapmaz mı? Leyla Erbil rahmetli Füsun Akatlı’nın ardından şunları yazmıştı:

”füsun akatlı da adı kanser olan bir şeyden öldü ama, kanserden ölmedi!

füsun, ülkenin tüm gerçek aydınları gibi kendilerine rahat huzur yüzü göstermeyen sistemin, o sistemin amansız güçlerinin verdiği yorgunluktan, bu toplumun içine düşürüldüğü yeni orta çağ kafasını seyretmekten öldü; ülkesi adına duyduğu sorumluluktan ve üzüntğden öldü.”

Erbil sürekli ellerinin ve başının titremesine sebep olan hastalığı Essential Tremor’ın da aynı sebeplerden kaynaklandığını yine bir başka röpotajında belirtmiş. Bu savıyla kitaplarında birkaç kez denk gelmiş olduğum ”Mutluluk ne iğrenç şey” söylemini birleştirince kendisinin yaşamdan nefret etmiş olabileceğini ve kim bilir belki de çalışma odasında resmini bulundurduğu Virginia Woolf gibi zaman zaman intiharı düşünmüş olabileceği aklıma geliyor. Bunu soruyorum kendisine, sormalıyım. ”Şu toplumda, şu yaşadığımız toplumsal koşullarda, yoksullukla, sefaletle inleyen, ayakları çıplak yaz çadırlarında yaşamaya çalışan insanların olduğu, açlıktan fahişeliğe vurmuş oğlan ve kız çocuklarının bulunduğu, işsiz güçsüzlükten kızını karısını satmaya kalkan adamların yaşadığı bu topraklarda mutluyum demeye utanır insan demek istiyorum?” diye cevap veriyor ve devam ediyor: ”yoooo; intiharı hiç düşünmedim. ölümden korkarım. beni yazdığım kişilerle karıştırıyor gibisiniz?” Hayır aslında onu yazdığı karakterlerle karıştırdığım için sormamıştım bu soruyu. Bu kadar her şeye itirazı olan bir kadının hayata da, ”var kalmaya” da itirazı olmalıdır gibi gelmişti, fakat sonra, elbette tam tersi olmalı! diye düşündüm. İnatçı olacak o, yapması gerektiği gibi zor olanı seçecek. Belki tiksinerek yaşamayı seçecek.

Evet, ama Leyla Erbil hiç öyle hayattan tiksinen, nefret dolu bir kadına benzemiyor. Beni evinde misafir ettiği gün çok sade ama çok şık, gözlerinin etrafında beli belirsiz bir kalem, ve gülmeyi seviyor! Güldüğü zaman da olduğundan daha güzel.

Erbil’in tüm kitaplarında dikkat çeken bir husus kadın karakterlerden birinin her zaman kendisine çok aşık olunan bir kadın olması. Hemen hepsinde durum aynı olmakla beraber bu en çok Mektup Aşkları’nda göze çarpar. Jale diye bir kadın vardır ki aynı anda kaç adam ona aşıktır. Bazan insan Erbil’in vermek istediği daha derin mesajı unutur da bu kadının nasıl bir kadın olduğunu düşünmeye dalar. Ah bir fotoğrafını koymuş olsa der kendi kendine. Hoş, bu kadının erkeklerin aklını fiziğinden çok zekasıyla aldığı anlaşılmaktadır, fakat nasıl bir kadındır bu, böyle herkesi deli divane eden? Ve tabii yine elde olmadan sorulan, belki de o sığ soru, bu kadın Leyla Erbil midir? Leyla Hanım’a da çok aşık olunmuş zamanında. Tıpkı kitaplarında olduğu gibi pek çok erkeğin onun için başı tutuşmuş. Hem ben bunu Leyla Hanım’dan değil, o zamanlara tanıklık eden başkalarından duydum. Nasıl olunmasın? Bu kadar kendine güvenli, akıllı ve belki en önemlisi güçlü bir kadın. Güzel de sonra. 80. yaşını kutluyor ve hala alımlı. Gözleri hiç küçülmemiş; sakin ama iri iri bakıyor. Burnunu beğenmezmiş gençken, öyle söylemiş bir röportajında. Ben gözlerine bakmaktan ona dikkat edemedim. Daha önce de bahsettiğim Lambo’ya gidermiş Leyla Hanım, ve orada onca erkeğin ortasında Sait Faik’lerin, Rıfat Ilgaz’ların arasında oturur, sakıncasız konuşurmuş. Hep beraber taş düşürten şarabını içerlermiş. Meyhanenin sahibi Lambo beyefendi kendi yaparmış şarabı ve öyle bir sulandırırmış ki şarap demeye bin şahit ister, işte o yüzden taş düşürten derlermiş. Leyla Hanım’ı daha çok bir dava arkadaşı olarak görürlermiş (tekrarlıyorum kendisinden değil, başkalarından dinledim), mesafeyi çok iyi ayarlayan bir kadın olduğu söylenir, öyle kendine bir koca bulmak için orada burada gezen kadınlardan olduğu bir kez bile düşünülmezmiş. Saygın bir hanımefendi diyorlar onun için. Eh böyle olunca da kendisine aşık olan çok olmuş. Acaba Erbil o bahtsız adamlara Eski Sevgili’de yazdığı devayı mı söylemişti bir zamanlar: ”100 dirhem oğulotu, 100 dirhem pelin, bir kaşık balla macun edilir, kösnüyü alır, senin dilinle ‘seviyi’ kökünden söker götürür beyaz ırmaklara akıtır.” Erbil sonunda aralarından birini, Mehmet Erbil’i seçmiş. Çok uzun yıllardır evliler, bir kızları ve torunları var. Erbil son kitabı, Kalan’ı, kızı Fatoş’a ithaf etmiş. Aslında bu neden diye merak ettiğim bir konu değildi; bir annenin evladına kitap ithaf etmesinden daha doğal ne olabilirdi, fakat kızının onun için ne kadar mühim olduğunu kendisiyle tanıştıktan sonra anladım. Leyla Erbil kadar, neredeyse bir kurguda rastlanacak kadar güçlü bir kadının bir tek kızının karşısında süngüsünü düşürdüğünü söylemek sanırım yanlış olmaz. Kendisi bunu ”Sanırım kızım da benim zaafım” diye tanımladı. Bu her şeye karşı gelebilen kadın yeri gelip evliliğinden vazgeçebilecekken kızı için kalmış. Onun mutluluğu her şeyin önüne geçmiş. Daima ve daima kızını koruma içgüdüsünü taşımış. Zaten dönüp baktığında annesinin korumacı niyetini de anladığını söylüyor. Kendi de kızını bütün kötülüklerden korumak istemiş. Arlarında güzel bir ilişki olduğunu söylüyor. Kızının onu anladığını, onun da kızını…

Bilhassa çocuk sahibi olduktan sonra evliliğin bir kadının özgürlüğünü müthiş kısıtlayan bir şey olduğunu düşünüyorum ve bu fikrimi de paylaşıyorum Leyla Erbil ile. ”Ben istediğim zaman istediğim yerde olabilmeliyim, istediğimi yapabilmeliyim, dört duvar arasına sıkışırsam çok bilenirim” diyorum. Biliyorum bu düşüncemi sığ buluyor. Kibarlık edip bunu yüzüme vurmuyor tabii ama daha sonra özgürlük ile ilgili şunu söylediğinde anlıyorum: ”Sadece kadının değil erkeğin de özgür olmadığı bir dünyada yaşadığımı biliyorum. Özgürlük sorununu dert etmedim ama özgürlük için elimden gelen mücadeleyi yaptım ve yapmayı sürdürüyorum. Özgürlük sorunu bu açılardan bakarsak daralıyor, yerelleşip yeşilçamlaşıyor. Zaten ülkede ‘törel bilinç özgürlüğü,’ ‘ifade özgürlüğü,’ ‘eylem özgürlüğü’ gibi özgürlüklerden söz edilmiyor.” Benim bahsettiğim bireysel özgürlük ona anlam olarak dar geliyor. Bu kavrama çok daha geniş bir açıdan bakmaktan yana. Belki de annelik içgüdüsü yüzünden, belki de karakteri gereği benliğini aşmış, daha evrensel düşünüyor.

Leyla Erbil ile sadece birkaç saatliğine tanışmış oldum, fakat benim onunla esas tanışıklığım romanlarından. Ve bir yazar olarak kendisine duyduğum hayranlığı anlatmaya kelimelerin yeteceğini sanmıyorum. Hem sonra bakmayın benim daha önce halk tarafından anlaşılamayabilen dili ve kavramları var dediğime, aslında bir o kadar da anlaşılır yazdıkları, yalın. Diyalogları her zaman doğal, ağzından çıkan karakterleri hiç yadırgatmayacak cinsten. Son romanı Kalan hariç diğerlerinde az çok ipuçları da verir okuruna. Öyle tamamı ile yapayalnız bırakmaz. Hiç duyulmamış bir kelimenin yanına manasını yazar, bunu yaparken de öyle yapar ki okur alınmaz, gücenmez, bilmediğine içerlemez. Yazarın büyüklük tasladığı yoktur. Yazar kendi bilgisini paylaşma isteğindedir, arka çıkar. Tuhaf noktalama işaretleri düşünceleri böler, daha da demlenerek üzerlerinde düşünülmesine neden olur. Adeta arada soluklanmayı hatırlatır. Yoksa kaptırıp gideceksinizdir onun yazdıklarına kendinizi. Ha, onu yaptığı da olur bakın. Araya virgül, nokta koymadan devam ettikleri. Bu sefer de sizi zorladığı için kızmamalısınız ona, inatla okumaya devam etmelisiniz; içinde muhakkak sizinle beraber yaşamaya devam edecek birkaç kelime bulacaksınız. ‘k’ harfi yerine kullandığı ‘q’ların yarattığı etkiyi ise en güzel Filiz Aygündüz tarif etmiş, üzerine bir şey söylenebileceğini sanmam: ”Erbil artık tek harfle bile yol aldırıyor.” Aldırıyor ya. Üstelik getirmiş olduğu yenilikleri sahiplenip, sade ben yapacağım da demiyor. Bir röportajında konuya şöyle açıklık getirmiş: ”Benim Türkçe yazına getirdiğim işaretlemelerden -tek başıma- bir şey çıkmaz. Ancak benden sonra genç kuşak bu yolu işler ve daha da geliştirirse yazın kuraları giderek genişleyip zenginleşir, anlatımda pıtırak verir! Bu durumda daktilo makineleri, bilgisayarlara da virgüllü ünlemler, sorular, türevleri konursa, dünya yazarlarının da belli bir anlatım zenginliği kolaylığına kavuşacaklarını, okurlarını ise daha başka bir algılamaya yönelteceklerini -insana bakarken- düşünebiliriz.”

Son kitabı, tadına doyulmaz uzun bir şiir Kalan’da ‘farandola’ diye bir danstan bahsediyor Leyla Erbil. Eski bir Grek dansıymış, artık yapan pek azmış. Kalabalık bir grup tarafından yapılan bu dansta dansçılar iki büyük halka oluşturup iç içe dönüyorlar; müzik hiç ağırlaşmıyor. Bir bahar gününde çalınması gerekirmiş gibi hep, öyle coşkulu.

bir çember içte bir çember dışta

birbirine zıt dönen

diye yine mısralara dökmüş  Erbil.

İşte benim gözümde onun kelimeleri de adeta farandola yapıyor. Ve hatta daha fazlasını. Önce kendi etraflarında dönüyorlar, sonra birbirlerinin etrafında, el ele verip ekleniyorlar, daireler oluşturup birbirlerini sarıyorlar, bir bakıyorsunuz kopuyorlar sonra, tek sıraya dizilip akıyorlar ve müzik hiç durmuyor, her sayfada biçem de değişse mevzu da, ahenk hiçbir zaman bozulmuyor.

12 Ocak’ta yeni bir yaşa giriyor Leyla Erbil. Her bir yılı bir öncekinin üzerine koyarak çoğalan, üstelik artanını hep paylaşan bir yazara biz ne verebiliriz ki? Kadehimi kaldırmama müsade edin. Hadi içinde bir de şarap olsun. Nice yıllara sayın Erbil.