Mucize Topun İçindeki Dünya

Soccer

Mucize Topun İçindeki Dünya

İran’da kadınları sokağa döktü, Yugoslavya’nın etnik gruplarını birbirine kırdırdı, Yahudileri kurtaramadı. Bütün bunları futbol yaptı. O yuvarlak top nelere kadir.

Aslı E. Perker

Futbol hiçbir zaman ilgimi çeken bir spor olmadı. Belki de çocukken Pazar günleri evin bir köşesindeki o yeşil ekrana katlanamadığım ya da zamanın imkanlarıyla peeek uzaktan çekilmiş görüntülere bir anlam veremediğim için. Takım tutmadım, hala da tutmam. Son zamanlarda pek moda olduğu üzere milli takım maçlarını seyrederim o kadar. ‘Ofsayt’ın ne olduğunu öğrenmem yıllar aldı ve fakat şu an sorsanız net olarak anlatabileceğimden de emin değilim. Hal böyle olmasına rağmen bundan beş altı yıl evvel okuduğum bir kitap hem futbola hem de futbol aracılığıyla dünyaya bakış açımı değiştirdi. Futbolun sadece top peşinde koşulan bir oyun olmadığını bana öğreten Franklin Foer’ın How Soccer Explains the World adlı kitabıydı. Yani ‘Futbolla Dünyayı Açıklamak.’ Belki soyadı bir çağrışım yaptı; Franklin Foer son yılların en parlak yazarı olarak ünlenen Jonathan Safran Foer’ın abisi. O da benim gibi başlarda futbolu anlamayanlardan, ancak bir ilgisi var. İşte bu sebepten gazeteci kimliğinin de etkisiyle araştırmaya girişiyor ve neredeyse tüm dünyayı dolaşarak futbolun insanlar, halklar ve sosyal yaşam üzerindeki etkisini anlamaya çalışıyor.

Ben de kitabı okumayı bitirdikten sonra futbol maçlarını bambaşka bir gözle seyretmeye başladım. Hala pek çok terimi, kartların neden verildiğini anlamıyordum, ama şunu görüyordum: Futbol on binlerce insanın aynı anda bir sahada olup son derece interaktif bir şekilde seçtikleri tavrı takınıyor olmasıydı. İyisiyle, kötüsüyle. Ama genellikle kötüsüyle. Şimdilerde antisemitizmle başetmeye çalışan İngiliz Chealsea Futbol Kulübü taraftarlarının karşı takımın yahudi oyuncuları sahaya çıktığında yaptıkları bir tezahüratı ele alalım: ”Yahudileri gaz odasına gönder, fırına koyup yak.” Ya da Macaristanlı futbol kulübü Frencvaros taraftarlarınınkini: ”Trenler kalkıyor… Auschwitz’e.” Bunlar sadece maç esnasında, kızgınlık anında söylenen laflar mı yoksa derinlerde bir yerde Avrupa’da hala antisemitizmin yaşadığına mı delalet ediyor? Dışarıda suç sayılacak bu lafların bir sahada bu kadar fütursuzca söyleniyor olması bize hiç mi bir şey anlatmıyor? Peki ya İkinci Dünya Savaşı’ndan az evvel Yahudilerin antisemitizme karşı futbolla savaşmaya çalışmalarına ne demeli? Kısaca anlatacak olursam: Hakoah 1909 yılında Viyana’da kurulan bir futbol kulübü. İsmi İbranice kuvvet anlamında. Yahudiler tarafından kurulan bu takımın tam olarak misyonu da kendi kuvvetlerinin bir şekilde reklamını yapmak. 1925 yılında Avusturya şampiyonu olan takım spor alanında fazla faaliyet gösteremeyen, bilhassa da futbol konusunda zayıf olan Yahudilerin antisemitizme karşı seçtikleri bir direniş hareketi. Efemine duruşları, zayıf vücutları, atletizme yatkın olmayan bünyeleriyle aşağılanan bu millet antisemitizme karşı savaşmak için vücutlarını tekrar yapılandırmayı deniyor. O dönemde esasen birden fazla Yahudi futbol takımı var ve hepsinin ismi de İbranice. Çok büyük bir Yahudi grubu kendilerine karşı olan önyargı ve öfkeyi futbol yoluyla bertaraf edebileceklerini düşünüyorlar. Ama elbette maçlarda karşı takımların tezahüratları hep aynı: ”Pis Yahudiler”, ya da ”Domuz Yahudiler.” Derken Birinci Bünya Savaşı başlıyor ve soykırım yavaş yavaş, gözlerden uzakta yaşanmaya başlıyor. Bu sefer kendisini sorgulayan uluslararası kuruluşlara aklanmak isteyen Hitler Çekoslavakya’da oluşturduğu bir toplama kampında futbolun arkasına saklanıyor. Yahudilere bir futbol takımı kurduruyor ve maçlarını belgesel olmak üzere filme çekiyor. Bakınız burada da hayat normal devam ediyor manasında.

İnsanlık tarihinin belki de en mühim mevzularından birinin kendini bu kadar aleni olarak futbol sahalarında gösteriyor olması aslında hiç de küçümsenmemesi gereken bir durum. Ne İkinci Dünya Savaşı’ndan önce küçümsenmeliydi ne de şimdi göz ardı edilmeli. Futbolun gereğinde bir toplumun yaşam tarzına müdahale edebileceğinin en güzel örneklerinden bir başkası ise kuşkusuz 1997 yılında Tahran’da yaşananlar. Tahran’nın en büyük stadyumu, 120 bin kişilik Azadi (özgürlük manasına geldiğini belirtmeden geçemeyeceğim) 1979 yılından beri kadınlara kapalı. Ki daha öncesinde İran’da sıkı bir kadın futbol taraftarı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak kadınların her türlü itirazlarına rağmen sahaya girmelerine müsade edilmiyor ve sadece 1987 yılında Ayetullah Humeyni bir fetva vererek kadınların maçları televizyondan seyretmelerine izin veriyor. Bu bir müddet İran kadınını oyalasa da rahatsızlık tekrar başlıyor. Ancak 1997 yılına kadar hiçbir değişiklik olmuyor. Ta ki İran yıllar üzerine Dünya Kupası’nda oynamaya hak kazanana kadar. İran milli takımı Avustralya’nın Melbourne kentinde son derece sıradan bir oyun çıkarmasına rağmen son on beş dakikada şaha kalkıyor ve kupaya girmeye hak kazanıyor. İran’da halk coşmuş, sokaklara dökülüyor. Hem sadece erkekler mi? Kadınlar da. İslam polisi bile engel olamıyor. Sevinç öyle büyük ki milli takıma ortalık durulana kadar Dubai’de kalmaları söyleniyor. Radyolardan anonslar yapılıyor, ”Sevgili vatandaşlarımız lütfen ayrı kutlamalar yapınız. Sevgili kız kardeşlerimiz lütfen kutlamalar esnasında evlerinizde oturunuz.” Üç gün sonra milli takım memlekete döndüğünde hükümet kutlamayı Azadi stadyumunda yapmaya karar veriyor. Yüzbinlerce erkek stadyumda. Oyuncular helikopterle tepeden iniyorlar. Ama stadyumun dışında bir sürpriz var. Binlerce kadın uyarıları dikkate almayıp stadyumun kapısına yığılıyor. Ve başlıyorlar bağırmaya: ”Biz bu milletin bir parçası değil miyiz? Biz de kutlamak istiyoruz. Biz karınca değiliz.” Korkan polis üç bin kadının içeri girmesine izin veriyor ve stadın bir tarafına onları oturtuyor. Ama dışarıda kalanlar vazgeçmiyor. Kapıları kırıp sahaya dalıyorlar. Ve İran halkı yek vücut kutlamayı yapıyor. Bir futbol maçının böylesine bir başkaldırıya sebebiyet vermesi sizin de boğazınızın tıkanmasına sebep olmuyor mu? İranlı kadının kendi istediğinde kendi istediği gibi yaşayacağını anlatmıyor mu?

Bu perspektiften bakınca, yani futbolun bize olacaklara dair ipuçları verdiğini varsayacak olursak son yirmi yılın belki de en korkunç olayı, bir başka soykırımın, Yugoslavya Savaşının en mühim habercilerinden birinin de yine futbol olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aslında ne demek istediğimi anlatmak için bir cümle yetecek: Eskiden Yugoslavya’nın, şimdi ise Sırbistan’ın en iyi takımlarından biri olan Red Star’ın taraftarları Miloseviç’in etnik temizlemede bizzat kullandığı askerleriydi. Takımları için ölmeyi göze alabileceğini söyleyen en sıkı Red Star taraftarlarından biri olan Krle ”En çok kimden nefret ediyorsunuz?” sorusuna ”Bir Hırvat’tan ya da polisten. Farketmez, ikisini de bulduğum yerde öldürebilirim” diye cevap vermişti örneğin. Krle’nin de büyük bir saygıyla bağlı olduğu, kumandan diye bilinen en azılı taraftar Arkan ise Hırvatların kendilerine düzenledikleri saldırıyı Kızıl Yıldız stadyumunun tam karşısındaki evinde televizyondan seyretmiş, anında asker üniforması ve beresini giymiş, stadyumun önünde arkadaşları, daha doğrusu ordusuyla buluştuktan sonra da çarpışmaya gitmişti.

Zaten bu noktaya gelmeden önce aynı coğrafyada ve aynı yönetim altında yaşayan bu milletler arasındaki gerilim kendini futbol maçlarında göstermeye başlamış. Sırplarla Hırvat takımları maçlarda birbirlerini nasıl katlettiklerini tezahüratlarında dile getirmekten çekinmemişler. Yugoslavya’nın milletleri arasındaki ayrımcılık ise ilk kez en belirgin olarak Kızıl Yıldız – Dinamo maçında ortaya çıkmış. Sırplar o zaman Hırvatistan başkanı olan ”Tudjman’ı öldüreceğiz” diye bağırırken Hırvatlar da taşlarla Sırplara saldırmaya başlamışlar ve böylelikle Yugoslavya ilk kez bu maçta etnik gruplarının birbirlerine saldırısına tanık olmuş. Sonra? Sonrası tarih.

Elimizde hem yakın hem uzak geçmişten bu kadar çarpıcı örnekler varken futbola şöyle bir göz ucuyla bakmak, hatta ilgilenmemek, yirmi iki kişinin bir topun peşinde koştuğu oyun diyerek geçiştirmek mümkün değil gibi gözüküyor. Şike olmuşsa olmuş, dünyada neler oluyor, bir bu konu mu kaldı demek pek doğru değil. Bilhassa futbol ile siyasetin her zaman iç içe olduğu bir ülkede. Şubat 2011’de NTV Tarih dergisindeki yazısında Melih Şabanoğlu şöyle diyordu: ”Bir sosyalleşme aracı olarak sporun, özellikle de futbolun örgütlenmek için önemli bir mecra olduğunu keşfeden ilk siyasi örgüt İttihat Terakki Cemiyeti’ydi.” Bir hayli eskilere gidiyor mevzu. Sonrasında örneğin 1929’da Bakanlar Kurulu yeni bir karar çıkartıyor. Buna göre aynı semtte faaliyet gösteren spor kulübü birden fazlaysa aralarından daha fazla üyeye sahip olanın devam etmesi, diğerlerinin kapatılmasına karar veriliyor. Ne oluyor bu karar sonucunda? Aynı semtte bulunan İttihatspor kapatılıyor, sahası da Fenerbahçe’ye veriliyor. Bu kanunu öneren kim? Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu. Bugün Fenerbahçe’nin böylesine bir skandalla bir çöküş içine girmesi sadece ülkedeki kanunsuzluğun göstergesi mi yoksa bir dönemin, bir devrin çöküşünü mü anlatıyor? Peki ya yolsuzluklara rağmen hala takımlarına sonuna kadar destek  çıkan taraftarlar aslında bir anlayışa mı sahip çıkmaya çalışıyor? Biraz daha futbol seyredelim ve görelim.