03 Nov Korkunç Miras
İnsanlar çocuklarına, torunlarına ne anlatıyorlar dikkat etmeliler. Zira insana mal mülk kadar mutsuzluk da miras kalabilir.
Musevi bir genç adam yakın bir tarihte Haham Lerner’e şöyle soruyordu. Babası II. Dünya Savaşı esnasında Auschwitz toplama kampında bulunmuştu ve kolunda kamptaki diğer pek çok tutuklu gibi bir numara dövmesi vardı. (Biliyorsunuz, Nazi askerleri kampa gelenlerden hemen gaz odalarına gönderilmeyecekleri dövme usulüyle numaralandırıyordu.) Genç adam yakın zamanda babasını kaybetmişti ve onun anısını yaşatmak, ayrıca yaşananların unutulmasına müsade etmemek için babasına ait olan seri numarasını şimdi kendi koluna dövme yaptırmak istiyordu. Musevilik dinince yasaklanan dövmeyi böyle bir amaç uğruna yaptırmasında bir sakınca olabillir miydi? Haham Lerner her ne kadar yapılmak istenen hareketin ardındaki niyet iyi olsa da genç adama dövmeyi yaptırmamasını salık veriyordu. Onun yerine üzerinde bu numaranın kullanıldığı bir resim yapılabilirdi. Ya da bir heykel. Yani tıpkı Kıbrıs’ta, Gazi Magosa’da bulunan küvet heykeli gibi. Bir Yunan askeri tarafından vurulan genç anne ve üç çocuğunun kanlı cesetleri şehrin orta yerinde sergilenmekteydi bundan yıllar önce. “Eser” hala orada mı bilemiyorum.
Bu iki örneğin ortak yanı şu: Yaşanan travmanın unutturulmaması, bir sonraki nesle aktarılması. Hepimiz kendi yaşamlarımızdan da biliriz, aile içerisinde anlatılan geçmişe ait hikayeler zamanla içimize işler, beynimize kazınır ve bu iş zamanla olayı biz mi yaşamıştık, yoksa anlatılmış mıydı noktasına kadar gider. İşte bu ruh halini alın, tarihin büyük acılarına tanıklık etmiş ailelere uyarlayın, ortaya nesilden nesile miras bırakılan travmanın çıktığını göreceksiniz.
Araştırmacılar, travma genetik olarak anne babadan çocuğa geçmese bile duygusal olarak bu aktarımın yapıldığını söylüyor. Öyle ki büyük annesi II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’da yaşamış olan bir kadın “sığınak şoku” yaşayabiliyor. Geceleri ter içinde uyanma, aniden gelen bir can güvenliği korkusu, saklanma, korunma isteği ve sürekli dış dünyadan korkma. Terapistler bu tip vakalarla sık sık karşılaştıklarını söylüyorlar.
James Lipton’ın hazırladığı Actor’s Studio’da konuk olan ünlü oyuncu Natalie Portman da benzer şekilde her Avrupa seyahatinde irkildiğini, sokaklarda duyduğu ambulans ve polis sirenlerinin ona Yahudi Soykırımını hatırlattığını söylemişti. Oysa 28 yaşında olan Portman’ın böyle bir deneyime sahip olmadığını biliyoruz. Portman, tıpkı diğerleri gibi böyle bir bilgiye sahip. Yaklaşık altmış yıldır sürekli Yahudi Soykırım’ı filmleri seyretmemiz boşuna değil. Bir kısır döngü içerisinde konu tekrarlandıkça unutulamaz bir hale geliyor. Sürekli kanatılan yara gibi bir türlü iyileşemiyor. Travma dördüncü nesle atlıyor. Acaba Steven Spielberg gibi ünlü yönetmenler bunu bir tedavi tekniği olarak mı kullanıyorlar? Neden mi? Terapistlerden birinin hastalarını iyi etmek için kullandığı yöntem ilginç. Hastasına aile büyüklerinden duyduğu hikayeyi tıpkı bir Hollywood filmi gibi senaryolaştırmasını, gerçeklerle kendi hayal gücünü de katarak kurgulaştırmasını, filmde rol almasını istediği oyuncaları belirlemesini ve sonra da filmi çekermiş gibi davranmasını istiyor. Gerçeklikleri kendi hayal gücüyla sarmalayan ve filmi çektiğini hayal eden kişi her sahnenin tamamlanmasından sonra hayatında o bölümün kapandığını hissediyor. Böylelikle yaşanan acıları geride bırakabiliyor.
Amerika’daki zencilerin yaşadığı travma da Musevilerinkinin aynı. Aile meclislerinde büyükbabalarının nasıl da kırbaçlandığını, büyükannelerinin sahibi tarafından uğradığı tecavüzü dinleyen yeni nesil korkmaktan kendini alamıyor. Sendromlar genelde geceleri görülen kabuslarla başlıyor. Kimi zaman paranoyaya kadar varabiliyor. Bazısı atalarının deneyimini kendi deneyimi gibi bile anlatabiliyor. Köleliğin 144 yıl önce sona erdiğini, zencilerin beyazlarla aynı haklara sahip olduğunu, hatta kimi zaman kendilerine imtiyazlı davranıldığını söylediğinizde bunu tamamiyle inkar edebiliyorlar.
Arkadaşımın başına gelen fıkra tadında bir olay anlatayım: New York’ta bir eczanenin uzayıp giden kuyruğunda bekliyor arkadaşım. Birden bir zenci gelip sırayı kesip direk kasaya yönelince ona herkesin sırada beklediğini hatırlatıyor. Zenci “Tabii ben zenciyim, nasıl davranılacağını bilmem değil mi? Sırf zenci olduğum için beni hakir görüyorsun” diyor. Sıradaki herkes dönüp arkadaşıma kötü kötü bakmaya başlıyor, ırkçı olmakla itham edercesine. Bir kaç dakika afalladıktan sonra arkadaşım da diyor ki: “Esas sen benim tipimden Musevi olduğumu anladın o yüzden üstüme geliyorsun. Biliyorsun ben eziğim, seninle kavga edemem.” Bu sefer sıradaki herkes zenciye kınayan gözlerle bakıyor, adam sıraya giriyor.
Elbette travmanın böyle kişisel çıkarlar için kullanıldığı durumlar da var. Hatta fazlasıyla. Ancak bu “miras travma” durumunun benim için bir konuda çok açıklayıcı olduğu kesin. Her yıl 24 Nisan’da ellerinde pankartlar, gözlerinde nefretle Union Square Park’ta yürüyüş ve gösteriler yapan gencecik Ermenilerin yaşadığı duygusal sarsıntıyı biraz olsun anlamama yardımcı oluyor. “Ne istiyoruz? Adalet! Ne zaman istiyoruz? Şimdi!” diye bağıran 14 – 15 yaşında Ermeni gençler kendilerine anlatılan doğru-yanlış acıları yaşamışçasına hiddetliler. Ve bu travmaları tedavi edilmediği sürece de öfkeleri dinmeyecek. Tedavinin ilk aşaması zannediyorum artık hikayelerin bir kenara konması ve yeni neslin bu öfkeyle zehirlenmemesini sağlamak olacak. Amerika’da kölelik sonrası travma konusunda uzmanlaşan Dr. Joy DeGruy Leary’nin de dediği gibi. “Herkes önce kendini iyiliştirmeli. Çünkü bunu sizin için bir başkası gelip yapmayacak.”