03 Nov Asma yaprağında dolma, Türkiye’de turist olsam
İşin doğrusu Türkiye ile ilgili belleğimde birikmiş olan her şeyi unutup tertemiz bir zihinle buraya gelmeyi çok isterdim. Turist olmayı yani. Ama ona benzer bir şey yaşadım geçtiğimiz hafta.
Etrafa bilmeyen gözlerle bakmak, bildiğin her şeyi unutup, adeta bir bebek gibi yeniden öğrenmek ne kadar güzel bir şey. Hatta bildiğin dili unutmak, kelimelere sar baştan yüklenmek, sesini, melodisini dinlemek, ş’leri, ç’lerin farkına varmak ne hoş. İşin doğrusu Türkiye ile ilgili belleğimde birikmiş olan her şeyi unutup tertemiz bir zihinle buraya gelmeyi çok isterdim. Turist olmayı yani. Ama ona benzer bir şey yaşadım geçtiğimiz hafta.
New York’tan bir arkadaşımla başımı yukarılara kaldıra kaldıra, fotoğraf çeke çeke, uzun zamandır yemediğim ne varsa yiyerek ve bol bol yürüyerek gezdim. Efes’e 45 derece sıcakta gidilir mi demedim, Türkiye’ye bir haftalığına geldiğimi ve tek şansımın bu olduğunu düşünerek başıma şapkamı geçirdiğim gibi yollara döküldüm. Meryem Ana’nın Evi’ne giderken arabamız su kaynatma noktasına geldiğinde bağırıp çağırmak yerine kenara çekip muhteşem manzaranın fotoğrafını çektim. Rahibelerden birinin habersiz pozunu yakaladım. Küçücük odada Meryem Ana heykelciğine bakarken gözlerim doldu, neden olduğunu anlamadım.
Ilıpınar köyündeki fırın kokusunu ciğerlerime doldurdum, depoladım. Mavi bir kasanın içinde birikmiş ekmeklerin fotoğrafını çektim. Yıllardır tanıdığım fırın ustasından kameraya sırıtmasını rica ettim. Hatta ilk kez fırının içini açtırıp baktım. Meğer ne güzelmiş, kapaklarındaki kilitler ne kadar eskiymiş.
Kozbeyli’de her zaman oturup kahve içtiğimiz dibek kahvecisinin 1935 yılından beri aynı yerde durduğunu fark ettim. İçerideki yüz yıllık taş kahve öğütücüsünde sekiz kiloluk demir sopayı zar zor kaldırıp indirerek Brezilya’dan gelen kahveyi dövdüm. Sonra süzgeçten geçirdim. Duvardaki Atatürk portresinin altında fotoğrafımı çektirttim. Okey masası etrafında toplanan amcaların görüntüsü pek bir hoşuma gitti, arkadaşımın kolunu dürtüp gözlerimle göstererek “Ne güzel değil mi” dedim.
Üzümün, domatesin kilosuna istenen paranın azlığına hayret ettim, ahşap kasaların içine geniş yaprakların üzerine yığılmış incirlerin fotoğrafını çekip bir an bu benim için özel olarak hazırlanmış bir film seti mi diye düşündüm. Şüpheyle etrafıma baktım. Sonra bakkalların ne kadar güzel olduğunu fark ettim. Önlerinde asılı toplara sevinçle baktım. Arabanın önünden geçen tavukların cam arkasından fotoğraflarını çektim ki görenler yolun ortasından geçtiklerini anlasın.
Havuz kıvamındaki deniz suyuna dalıp yıllardır yapmadığım bir şey yaptım: Dubanın üstüne çıkıp atladım. Yaklaşık kırk kere “Ne kadar güzel, ne kadar güzel” diye tekrarladım, “Di mi… Di mi?” diye sorup herkesi bezdirdim. Sahil kenarında vişne suyu içip ferahladım.
Foça koyunun kenarında dizili duran restoranlardan birinde yemek yerken aniden suya ne kadar yakın oturduğumuzu fark edince başım döndü. Mutluluktan. New York’taki bütün su kenarlarından geçen otobanları hatırlayıp bir an huzurum kaçar gibi olsa da havaya kaldırılan tombul bira şişesini çınlatınca unuttum gitti.
Sonra yediğim her şeyin ne kadar lezzetli olduğunu hatırladım. Sarma yaprağının içine dolma olmayı istedim neredeyse. O anda rakı şişesinde balığı hatırlayıp Orhan Veli’yi andım. Hünkar Beğendi’nin ilk lokmasıyla beynimden vurulmuşa döndüm, Sultanahmet’te cacığa doyamadım. Meşhur Sultanahmet köftesi her lokmada daha bir lezzetlendi, piyaz umutulacak yemek mi diye kendime kızdım. Kiloma dikkat etmek istesem de beyaz ekmeği mideye indirdim.
Ayasofya Cami’nin içinde sütunlara dayanıp kollarımı serinletirken ayrı binyıllarda yaşayan iki ayrı insanın aynı duvara yansıyan aynı güneş ışığını görebilmesinin kendi içinde bir zaman yolculuğu olduğunu bininci kez düşünüp irkildim. Tarihin eskiliğine daha önce hiç düşünmemişim, bilmemişim gibi hayret ettim. Cık cık cık diye kafamı iki yana salladım. Göz ucuyla arkadaşımı süzdüm, düşüp bayılmasını bekledim.
Topkapı’nın girişindeki karmaşaya bakıp şaşırırken yoksa hakikaten turist miyim ben demekten kendimi alamadım. Neden sıraya girmekten yana değil kimse? Neden görevliler bir şey yapmıyor? Tıklım tıklım koridorlardan neden hiçbir şey göremeden geçmek zorunda kalıyoruz. Neden görevliler tam tarih eserinin yanındaki kartı okurken “Lütfen hızlı olalım, kuik pliz” diyor, aldırmayacak gibi yaparsan direkt olarak gelip seni uyarıyor.
Neden Galata kulesine belli sayıda insan almıyorlar? Bir grubun boşalmasını bekleyip diğer grubu yukarıya yönlendirmiyorlar? Neden tarihin tadına varmamıza müsade etmiyorlar?
Ama ne oluyor, tam bu sıkışıklıktan, kötü düzenlemeden sıkıldığın ve “Belki de o kadar da güzel değil burası” dediğin anda Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ni keşfediveriyorsun. Diyorsun ki ben bu nargileyi içeyim, şu orta kahveden de bir tane daha alayım, burada sızıp kalayım, rüzgar essin, biri beni gelip üç ay sonra alsın. Hadi bakalım sil baştan. Sonra akşam oluyor, boğazı görüyorsun, “İstanbul’da kiralar ne kadar?” diye soruyorsun. Sanki ilk kez gördün köprüyü, ilk kez vapura bindin. Beylerbeyi’nde ilk kez çay içtin, Kandilli’yi hiç bilmezsin, Bebek de neresi.
İstiklal Caddesi’nde yürürken kalabalık falan boğmuyor. Çantanı kıstırıyorsun koltuğunun altında, tembihliler gibi, tünele doğru yürüyorsun. Biri klarinet alıştırması yapıyor, akşama hazırlık belli ki. Sanki tembihlediler onu da orada dursun, tam biz geçerken çalsın diye. Ki ayrılıp giderken hatırlayıp gözlerimiz dolsun. Sonra oradaki kafelerden birinde son bir kadeh Buzbağ içerken Brooklyn Funk Essentials’ın “In the Buzbag” şarkısını hatırlıyorsun. Geldin gezinin sonuna, bitsin istemiyorsun.
Neyse ki fotoğraflar var elinde. Bakıp bakıp hatırlıyorsun. Doğup büyüdüğün ülkeyi, yerleri. Sonra hayata kapılıp tekrar unutuyorsun. Bir dahaki sefere kadar.