03 Nov Müşterek Dostumuz Charles Dickens
9 Haziran 1865’de Fransa’dan İngiltere’ye gitmekte olan bir tren Staplehurst Köprüsü’nün üzerinde raydan çıkar. 49 kişinin yaralandığı, 10 kişinin de öldüğü kazada bazı vagonlar karaya devrilir, bazıları suya uçar. Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens’ın içinde bulunduğu birinci sınıf vagon ise mucizevi bir şekilde suya düşmekten son anda kurtulur; vagon köprünün kırılan bir parçasına dayanmış, neredeyse havada asılı durmaktadır. Dickens yanındakilere sakin olmalarını tembihleyip vagonun penceresinden dışarı atlar. Bazı yaralı tren görevlileri bir sağa bir sola koşturmaktadırlar. Dickens seslenir: ”Bana bakın, bir dakika durun ve bana bakın, ve beni tanıyıp tanımadığınızı söyleyin!” İçlerinden biri cevap verir: ”Sizi gayet iyi tanıyoruz Bay Dickens.” ”O zaman” der Dickens, ”Güzel arkadaşım, bana anahtarını ver ve çalışanlardan birini de gönder ki bu vagonu boşaltabileyim.” Dickens vagondakileri sağsalim çıkartır, silindir şapkasını ve brendisini alır ve işe koyulur. Şapkasının içine nehirden su doldurur, yaralıların yanına koşarak yaralarını temizler, rahatlamaları için dudaklarına bir yudum su ve brendi değdirir ve saatlerce hiç durmadan bu kurtarma operasyonunda bilfiil çalışır. Bir adam kayıp karısını bulmak için ondan yardım ister, beraber ararlar, fakat maalesef ölüsünü bulurlar. Sonunda görevliler gelip de enkaz alanını boşaltmaya başladıklarında ise son anda vagonda bir şey unuttuğunu hatırlar. Son romanı Our Mutual Friend’in (Müşterek Dostumuz) son bölümleri. Halen havada asılı duran vagona girip romanını alır ve bir daha bu olayı hiç unutamamak üzere oradan ayrılır. O gün hayatta kalan Charles Dickens tam beş yıl sonra aynı günde, yani 9 Haziran’da evinde bir beyin kanaması sonucu ölür.
Bu tren kazası bana göre Charles Dickens’ın bütün karakteristik özelliklerini, bütün hayatını ve edebi eserlerindeki ana temaları gözler önüne sermesi bakımından çok önemlidir. Hatta bütün bunların analizinde tek başına yeterlidir. Ne demek istediğimi nokta nokta açıklamaya çalışacağım:
Dickens deyince aklınıza ilk gelen eserlere bir bakın. Oliver Twist, David Copperfield, Bleak House (Kasvetli Ev), Great Expactations (Büyük Umutlar), The Old Curiosity Shop (Antikacı Dükkanı). Hepsinin ortak özelliği baş kahramanlarının öksüz olması. Dickens kendisi bir öksüz olmamasına rağmen hayatının bir bölümünde kendisini ailesinden dışlanmış ve hatta terkedilmiş hissediyor. On – on iki yaşlarına denk gelen bu dönemde Dickens okuldan alınıp bir ayakkabı cilası fabrikasında çalışmaya veriliyor. İşi kutuların üzerine etiket yapıştırmak. Babası ve annesi kendinden küçük kardeşleri ile beraber borçlular hapishanesinde kalırken kendisi Londra’da ufak, bakımsız bir odada kiracı olarak kendi hayatını idame ettirmek zorunda kalıyor. Tıpkı David Copperfield’in yaptığı gibi o da cebinde sadece bir kaç kuruşla karnını zar zor doyuruyor, çok küçük yaşta büyümek zorunda kalıyor. Aslında kendisini terkedilmiş hissetmesinin sebebi ailesi hapisteyken onlardan ayrı kalması değil. Hapisten kurtulduktan sonra annesinin onu çalışmaya devam etmeye zorlaması. Bu küçük Dickens’ın öyle kalbini kırıyor ki belki de hayatının sonunda kadar bir daha hiç onarılamıyor ve bu kalp kırıklığı bütün hikayelerinde öksüz çocuk varlığında kendini gösteriyor. Bu karakterlerin en önemli özellikleri ise başlarına gelen her türlü zorluk ve kötülüğe rağmen bozulmamışlıkları. Öyle ki bütün bu kitapları okurken bu ufak çocukları hiçbir zaman zihninizde olgunlaştıramıyor, naif seslerini duymaya devam ediyorsunuz. Büyüyüp evlendiklerinde dahi büyük bedenine sıkışmış çocuklar sanki. Bu kadar mezalime karşı yüreklerinin bozulmamışlığı tıpkı Henry James’in hissettiği gibi isyan etmenize yol açıyor. James bir insanın bu kadar bozulamazlığının mümkün olmadığını söyleyerek Dickens’ı gerçek dışı karakterler yaratmakla suçluyor. Dickens ise adeta bu eleştirilere cevap verir gibi kendisi de yaşadığı acılara rağmen hikayelerinde yarattığı karakterler kadar iyi kalmaya ve neredeyse onlar gibi küllerinden doğmaya ant içmiş gibi davranıyor. Son derece vasat bir eğitim almış, okumayı, yazmayı annesinden öğrenmiş olmasına rağmen İngilizce’ye hakimiyeti, ”Saçlarına çok erken aklar düşmüştü, tıpkı başı boş bırakılan ateşin küllenmesi gibi” gibi bir cümleyi yazabilmesi kendisini yetiştirebilmiş olmasının en güzel kanıtı. Normal şartlar altında sokaklarda yitip gidebilecek, belki de aynı koşullardaki yaşıtları gibi hırsız olabilecekken daha on beş yaşında mahkeme muhabiri olarak mesleğine başlaması, bu arada British Museum kütüphanesine giderek ne bulursa okuması, sonra sebat edip gazetelere haber yazmaya başlaması, işini zor koşullara rağmen iyi yapmaya çalışması (yer yer kağıt bulamayıp, avucuna not alması gibi) onun içindeki bu ‘iyi’ olma arzusunun ispatı. Adeta yarattığı karakterlerin gerçek dışı olmadığını gösterebilmek için kendisine kurguyu andıracak bir çizgi çiziyor ve onu takip ediyor. Kazandığı ilk büyük parayla dokuz yaşındayken gördüğü ve bir gün almayı hayal ettiği Gads Hill Place adlı evi alması başka nasıl açıklanabilir? Kendi anlattığına göre Dickens dokuz yaşındayken bu evin önünden hayran hayran bakarak geçmişti ve yanındaki babası ona ”Yeteri kadar çalışırsan bir gün bu evin sahibi olabilirsin” demişti. Tıpkı romanlarındaki kahramanların sonunda zengin bir ailenin çocuğu çıkarak yahut zengin bir akrabasını bularak saadete kavuşması gibi o da hakettiği ödülü kendine vermişti.
Dickens’ın tren kazasında insanların yardımına koşması ise şüphesiz o ‘bozulmamış’lığın bir sonucuydu. O halen ‘iyi’ olmaya inanıyordu.
Dickens henüz 30 yaşına gelmeden İngiltere’nin en iyi satan yazarlarından biri olmuştu. Haber yazmaktan hikayeciliğe atlamış, oradan da romancılığa geçiş yapmıştı. Dickens hiçbir zaman bir oturuştu romanını bitirip, bunu bir yayın evinden bastırmadı. Yazdığı romanı parçalar halinde çeşitli aylık dergilerde her ay yayımlayarak ve daha sonra hikaye sona erdiğinde tekrar kitap olarak halka sunarak yayın hayatına devam etti. Esasen yaptığı bugünkü televizyon dizileri anlayışından farklı bir şey değildi. Fikri geliştiriyor, karakterleri oluşturuyor, yazmaya başlıyor, fakat okurdan gelen tepkiye göre gidişatını kontrol ediyordu. Belki de çok kısa zamanda, o kadar genç yaşta öylesine popüler olmasının sebebi bu formüldü. Bir nevi nabza göre şerbet veriyordu. Elbette halka yakın durmasının, dönemin endüstrileşen İngiltere’sinde sınıflar arasındaki ayrımcılığı işlemesinin, kendisini alt sınıfın yanında göstermesinin, sosyal adalet savaşçısı olmasının ve bütün bunları son derece güzel bir hikayecilik ve dille yapmasının da etkisi büyük olmalı. Herbir karakterinin ince elenip sık dokunmuşluğu da mühim elbette. Onun romanlarına pek çok karakter girip çıkar. O kadar ki takibi zordur; zaman zaman okuyucu dönüp bakmak zorunda kalır. Fakat her bir karakter okuyucuda bir iz bırakır. Ziyareti kısa olsa da bir özelliğiyle hatırlanır. David Copperfield’in onlarca karakteri arasında benim aklımdan çıkmayan dudağının üzerindeki yarası ve aşırı zayıflığı özel olarak vurgulanan Miss Dartle’dır örneğin. Miss Dartle her konuyu en ufak detayına kadar sorar. Ve her seferinde ”İyi ki sordum, sormasaydım asla bilemeyecektim. Her konunun dibine inmek istiyorsan soru sormaktan çekinmeyeceksin” der. Etrafındakileri bunaltacak kadar ileri götürür bu işi. İyi kalpli David’i bile çileden çıkartabilir. Yahut Bleak House’daki John Jarndyce’ın her ruh halini rüzgarla bağlantılandırması bana göre dahiyanedir. Bunların yanı sıra en acıklı hikayeleri mizahi bir dille anlatıyor olması elbette çok sevilmesinde bir etkendir. Bugün İngiltere’nin önemli stand-up komedyenleri halen onun yazdıkları üzerinden çalışmakta. En olmadık yerde, en acıklı anda öyle bir laf eder ki ağlayacağınıza gülersiniz. Martin Chuzzlewit’ten bir örnek: ”He’d make a lovely corpse”, yani ”Ondan çok güzel bir ceset olurdu.” Ya da Büyük Umutlar kitabından ”Bayan Joe çok temiz bir kahyaydı. Fakat temizliğini pislikten daha rahatsız edici ve çekilmez hale getirmeyi de sanat edinmişti.” Dickens’ın mizah anlayışı biraz da doğuştan gelen neşesinden kaynaklanıyor olmalıydı. Çocukluk arkadaşları Dickens biyografisi yazan John Forster’a onun şaka yapmayı çok sevdiğini anlatmışlardı. Ve hatta kendi yaptığı şakaya daha tamamlayamadan en çok kendinin güldüğünü hatırlarlarmış. Bir de daha çocukken bir ‘dil’ oluşturmuş kendine ve arkadaşlarına. Bu dilde kelimelere birkaç harf ekleyerek onları değiştirmiş. Hep beraber en büyük zevkleri başkalarının yanından geçerken kendi ‘lingo’larında konuşup yabancıymış gibi davranmak ve yine gülmekmiş.
Sonuç itibari ile birkaç faktörün bir araya gelmesi ile Charles Dickens zamanının en çok satan yazarı oldu. Sadece zamanının değil; bugüne kadar eserlerinin yayından kalktığı hiç olmadı. İngiltere kadar Amerika’da da meşhur olan yazarın Antikacı Dükkanı adlı eserinin 71. sayısı çıktığında Boston limanında İngiltere’den gelen gemiyi beklemek için 4000 kişi toplanmıştı. Gemi daha demir atmadan bağırarak sordular: ”Nell öldü mü?” Evet cevabını alınca dört bin kişiden ağlamaklı bir uğultu yükseldi. Böyle bir ünden bahsediyoruz, iki kıtaya yayılmış, bugünün pop yıldızlarınınkini andıran bir ünden. İnsanların onun okumalarına gittiklerinde koridorlarda bayıldıklarını biliyoruz. Kadınların saçının bir buklesi için yalvardığı kayıtlarda. Dickens’ın cebinde kendi imzalı resmiyle dolaştığı bilenenler arasında. Dolayısı ile o tren kazasında çıkıp bana bakın, beni tanıyor musunuz diye sorduğunda ”Sizi gayet iyi tanıyoruz Bay Dickens” cevabını alması şaşırtıcı değil.
Dickens edebiyat hayatının büyük bir kısmında kendini iyiliğe adamış, neredeyse erdemli Hrıstiyan yaşamını anlatma misyonunu yüklenmiştir. Hatta A Christmas Carol (Bir Noel Şarkısı) bugün hala pek çok Batı ülkesinde Noel döneminin en çok satan kitabıdır. Ben de A Christmas Carol’ı Amerika’da bulunduğum dönemde, ilk kez bir Noel’de okumuş ve neden bunun bir geleneğe dönüşebileceğini anlamıştım. Yayımlandığı zaman etkisi öyle büyük olmuş ki modası geçmekte olan Noel yeniden dini bir bayram, etrafa iyilik ve yardımseverlik yayan bir anlayış olmaya geri dönmüş. Dickens tek başına o zaman, bu kitabıyla hayır kurumlarına para yağmasına sebep olmuş. Kendisi de çeşitli hayır işlerinde çalışmış. Angela Burdett-Coutts 1846 yılında Dickens’a giderek düşmüş kadınlar için açacağı eve destek olmasını istemiş. Önce çekimser kalan yazar sonrasında bu kadınlara davet mektubunu bizzat kaleme almış. Polise düşen kadınlara verilen bu mektupta kendilerine umut dolu bir gelecek vadediliyor.
Ancak 1857 yılından sonra Dickens’da bir değişim görülüyor. O zamana kadar on çocuğu ve fedakar karısı Catherine ile mutlu aile erkeği portresi çizen Dickens kendinden yimi beş yaş küçük bir tiyatro oyuncusuna aşık oluyor. Ellen Ternan. Dickens kendi yazdığı oyunların rollerini kendi dağıtmayı tercih ediyordu ve Ternan ile de böyle tanışmıştı. Elbette bu ilişki o zamana kadar söylediği her şeye ters düşüyordu. Bu yüzden de uzun süre, hatta aslında ölene kadar bu ilişkiyi gizli tuttu. O kadar ki Ternan’a yazdığı bütün mektupları, ondan gelen her satırı yaktı. Günlüklerini yok etti. Genç kadın ile birlikteliğinin ispatı hemen hemen yoktu. Taa ki New York’ta kaybetmiş olduğu bir günlüğü bulunana kadar. Bu günlükten Amerika’dayken zamanının büyük kısmını Nelly (Ellen) ile geçirdiği anlaşılıyordu. Yani Dickens’ın da her ölümlü gibi uygunsuz bir yanı vardı. 23 yıllık bir evlilikten sonra başka birine aşık olmak ne kadar ‘yanlış’ tartışılır elbet ama zamanına göre günahtı. Dickens karısını boşayamıyordu, ayrılamıyordu da. Böylelikle sorunlarını yine edebiyatına taşımayı tercih etti. Our Mutual Friend adlı romanındaki bütün karakterler sevdikleriyle evlenirler. Sınıf farklarından kaynaklanan sorunlar bile bu romanda kolayca çözülür, sevenler kavuşur. Tıpkı Dickens’ın yapacağı gibi. O da sonunda dayanamayıp 1858 yılında karısını terkeder. Belki de Our Mutual Friend’in bir kısım okuru tarafından bütün eserlerinden daha fazla beğenilmesinin sebebi ondaki bu ‘kötü’ yanın ortaya çıkabilmiş olmasıdır (Kötü derken elbette dönemin koşullarına göre değerlendiriyoruz.) Oysa zaten Dickens yaptığı iyiliklere (Bunlar arasında batmakta olan bir hastaneyi kurtarmak da vardır) rağmen içinde karanlık bir yan olduğunu yer yer itiraf etmiştir. Hatta romanlarındaki kötü karakterlerin kendi içinden bir parça olabilme ihtimalini dillendirmiştir. Zira o her insanın içinde her duygunun varlığından söz eder. Akıl hastanelerine duyduğu müthiş ilginin sebebi de budur. Yürüyüş yapmaktan, bilhassa da akşamları yürümekten hoşlanan yazar bu yürüyüşlerde akıl hastanelerine gidip oradakileri gözlemler, kimileriyle konuşur. Hepimizin geceleri, rüyalarımızda en az o hastanedekiler kadar deli olduğumuzu söyler. Hastalardan birisi kendisine ”Ben uçabiliyorum” dediğinde utanarak ”Ben de. Geceleri” diye cevap verir. Bir başka kadın hasta her gece Kraliçe Victoria’nın kendisini ziyarete geldiğini ve beraber yemek yediklerini söyledinde Dickens da kendi rüyalarında sık sık aristokratlara yemek ziyafetleri verdiğini itiraf eder. David Copperfield’deki Mr. Dick, Mr. Dickens olabilir mi acaba? Çünkü o da yazarın tarif ettiği gibi bir rüyalar aleminde yaşamaktadır.
İşte o tren kazasında, birinci sınıf vagonda Bay Dickens’ın karanlık yanı da onunla birliktedir. Çünkü yanında kendinden yirmi beş yaş genç sevgilisi, tüm dünyadan sakladığı Ellen Ternan vardır. Yani onun ‘günahı.”
Kaza alanı boşaltılırken Dickens’ın vagonuna son bir kez daha girip orada unuttuğu kitabının sayfalarını aldığını söylemiştim. Belli ki o sayfalar onun için çok kıymetli imiş. Charles Dickens belki de gelmiş geçmiş en üretken, ama daha da önemlisi en çalışkan ve disiplinli yazardır. Kariyeri boyunca 15 roman, pek çok öykü, tiyatro oyunları, operalar, gazete makaleleri yazmış, bir yandan da kendi dergilerinde editörlüğü üstlenmiştir. Üstelik romanları hiç de öyle üç yüz, beş yüz sayfalık ‘kısa’ romanlar değildir. Tam 989 karakter yaratmıştır. Bir tek tren kazası geçirdiğinde ve bir de karısının kız kardeşi Mary öldüğünde aylık baskıyı kaçırmış. Bunun dışında yaşadığı süre boyunca hemen hemen her ay bir romanının bir bölümünü yayımlamış. Her ayın yirmisini teslim günü olarak belirlemiş, fakat buna rağmen iki üç hafta önden gidermiş. Hızlı da yazarmış. Belki de bu sebepten notları bir hayli karışık görünüyor, aldığı notları anlamak güç olabiliyor (Yolu düşenler Londra’daki Victoria & Albert Müzesinde orijinal el yazısını görebilirler.) Kendisi bu disiplinini gazetecilik yıllarına borçlu olduğunu söylermiş. Mahkemelerde hızlı not tutmak gerektiği için bu onda bir alışkanlık haline gelmiş. ‘Teslim günü’nü kendi keyfine kalmış olmasına rağmen bu kadar ciddiye almasını da yine aynı deneyim açıklıyor zannederim. Dickens günde en az otuz kilometre yürür ve bu yürüşleri boyunca bir yandan yaratacaklarını düşünür bir yandan da gördüğü tuhaflıkları not alırmış. Bu yüzden yarattığı her karakterin en ince detayına kadar insanın zihninde resmedilebilmesi mümkün oluyor herhalde. Ve ayrıca Londra’yı sokak sokak, her bir köşesine, kaldırım taşına, dükkan vitrinine, ve hatta dükkanın içindeki kavanoza kadar anlatabiliyor olmasının sırrı da yine burada yatıyor olmalı.
Dickens son yıllarını ise daha ziyade okumalarına ayırmış. Bir yandan yeni romanını yazarken bir yandan İskoçya, İrlanda ve İngiltere’de, çeşitli kentlerde onlarca okuma yapmış. Hatta 1869’da hastalanıp ara vermesine rağmen kendini toparlar toparlamaz tekrar başlamış ve neredeyse ölene kadar da devam etmiş. Dickens’ın ölmeden önce en son İngiltere Krallık Akademisi’nin düzenlediği Daniel Maclise’i anma törenine ktıldığı biliniyor. Bu törende yapmış olduğu konuşmanın kayıtlarını bularak dinledim. Dickens bu konuşmasının büyük bir kısmında kadının toplumdaki öneminden ve bir gün gelip her alanda göstereceği başarıdan emin olduğundan bahsediyor.
Tuhaf bir şekilde o tren kazasından tam beş yıl sonra 9 Haziran’da evinde ölüyor Dickens. Mümkün olsaydı da saatini bilebilsedik keşke. Acaba aynı saatlerde miydi? Neden beş yıl daha yaşadı? Aslında o gün, o kazada ölmesi gerekiyordu da bir şey mi oldu soruları ister istemez benim aklıma geliyor. Lütfen bunu aptalca bulmayın. Konu Charles Dickens olduğunda ve böylesine bir tesadüf ile karşılaştımda bu gerçekten bir ‘tesadüf’ müydü diye sormaktan kendimi alamıyorum. Zira Charles Dickens da hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığını, herkesin birbirine bir şekilde bağlı olduğunu söylüyordu. Hatta ne diyordu? Hepimizin dirseği birbirine değiyor. Öyle bir şey. Romanlarında da hep bu tatlı ‘tesadüfler’ olayların çözülmesine sebep oluyordu. Yazdığı son eserlerden biri bu tren kazasından esinlenerek yola çıktığı demir yollarında sinyal veren bir görevlinin hikayesiydi. Pek çok tabiat üstü olayın dışında bu adam kendi ölümünü de önceden görüyordu. Kendi fantazi dünyamda adeta Dickens ile tanışmışçasına ben kendisinin bu olaydan çok etkilendiğine ve kurtuluşunu tabiat üstü bir şeye yorduğuna, kimbilir belki de o gün ölmüş olabileceği konusunu çok fazla düşündüğü için yine aynı günde öldüğüne eminim. İleri mi gidiyorum? Ama Charles Dickens’ın bir yazar olarak yapmak istediği tam da buydu. Hayal gücünün sınırlarını zorlamak. Hem sonra kendisi 1862’de Londra’da kurulan Hayalet Kulübünün de ilk üyelerinden biriydi ve pek çok hayalet öyküsü yazmıştı. Milyonlar satan, tiyatro oyunu, film, radyo oyunu, çizgi film haline getirilen A Christmos Carol da yine bir hayalet öyküsü idi.
Charles Dickens yaz aylarında ailesini alıp Kent kazasının ufak bir sahil kasabası olan Broadstairs’e gidiyordu. Ev David Copperfield’de David’in büyük halası olan Betsy’nin yaşadığı eve ilham kaynağı olan ev. Bu evin şimdiki sahipleri, Hilton’lar, evde gündüz vakitlerinde bir kadın sesi duyduklarını söylüyorlar. ”Gene mi?” diyormuş bu ses. Hemen hemen her gün. Bu sesi acaba Dickens da duyuyor muydu? O yüzden mi her yaz oraya gidiyor ve Viking körfezine bakan küçücük odasında yazıyordu? Yoksa o ses Dickens ailesinden mi kalma? Acaba o odada biraz otursak onu duyabilir ve geriye bıraktığı, son hikayesi, bu gizi çözebilir miyiz?
Charles Dickens daha küçük bir çocukken hikayeler anlatır, hatta bunları bazen de besteler, şarkı olarak söylermiş. Babası ofisinde yahut evde arkadaşlarının önünde Dickens’ı bir taburenin ya da masanın üzerine çıkartır ve hikayelerinden birini anlatmasını, şarkılarından birini söylemesini istermiş.
Dickens yazmaya olan merakından çok erken yaşlarda başlayan gözlem merakından bahseder. Kendisini emeklerken hatırladığını, annesi ile evlerinde çalışan bir hizmetkar arasında nasıl gidip geldiğini anlatır. Daha bebekken gördüğü bir süvari geçişini neredeyse yarım asır sonra aynı noktada durduğunda olduğu gibi hatırlamış, askerlerin kıyafetlerine varana kadar bütün ayrıntılarıyla anlatmış, herkesi şaşırtmıştır. O bir yazarın en önemli meziyetinin gözlem olduğuna inanır.
Londra’da adım adım Dickens’a rastlamak mümkün. Romanlarındaki karakterler pek çok sokağa isim babası olmuş. Quilp Street, Copperfield Street, Little Dorrit Court, Cennam Street ve daha pek çoğu. 13 Portsmouth Street adresinde bulunan Antikacı Dükkanının üzerinde ise ”Dickens Tarafından Ölümsüzleştirildi” yazıyor. Birden fazla Dickens müzesi olduğu gibi bir çok müzede de Charles Dickens’a ait el yazmaları, fotoğraflar, kostümler ve çizimler bulunuyor. Bir zamanlar Dickens’ın evi olan 48 Doughty Street’teki müze herhalde en kapsamlısı. İçinde yüz bin adet sergi malzemesi var. Başka yerde bulunamayan kitap orijinalleri, kişisel eşyaları, resimler, portreler. Ayrıca ev aslına sadık kalınarak, Dickens’ın da tercih edeceği şekilde Viktoryen usulde döşenmiş. Müzede zaman zaman değişik konseptlerde sergiler olduğu gibi Dickens oyunlarının ya da kitap uyarlamalarının gösterileri de oluyor. Binada bir de cafe var, bilhassa Noel zamanı menüsü pek güzel. Aslında isterdim ki Catherine Dickens’ın tariflerinden biri de bu menüde olsun, fakat maalesef yok. Zira aslında Catherine Dickens’ın evinde verdiği yemek partileri efsanevi. Büyük gruplara yaptığı yemeklerin tariflerini bir araya getirip ”What Shall We Have For Dinner?” adlı bir kitapta yayımlamış. Charles Dickens’ın ise karısının yemeklerini övdüğünü duyan yok. Bilakis ayrılırken karısının iyi bir ev kadını olmadığını söylemiş. Bazı tarihçiler ise Dickens’ın erken yaşta hastalanamasının sebebinin sağlıksız beslenme olduğunu iddia ediyorlar.
Charles Dickens solak mıydı, sağlak mı?
Çünkü genelde her yerde yayımlanan bir resmi vardır, o resim de bir sağa bir sola döndürüldüğü için Dickens bir sol elini bir sağ elini kullanırken görülür. Bu yüzden solakların onu kendi türlerine mal ettiği duyulmuştur. Gelelim merak edebilecekler için gerçeğe. Bunun için 1870 yılının Ekim ayında Atlantic dergisinde yayımlanan bir makaleye bakmak gerekiyor. G.W. Putnam Boston’da yaşamakta olan bir Dickens hayranı. Dickens 1841 yılında Amerika’yı ziyaret ettiğinde Boston’lı ünlü ressam Francis Alexander tarafından kendisine poz vermesi için davet ediliyor. Dickens da kabul ediyor. Bu Alexandar’ın arkadaşı olan Putnam için kaçırılmaz bir fırsat. Tanışma fırsatı bulduğu gibi olay anında da orada bulunabiliyor. Kendisi pozu şöyle tarif etmiş: Dickens masada oturuyor. Önünde bir kağıt. Sol eli kağıdın üzerinde duruyor, sağ elinde ise kalemi. Düşüncelerini yakalamak için yazmaya ara verdiği bir anın resmi.
Charles Dickens romanlarının ve hikayelerinin hemen hepsi filme uyarlandı. Kimisi birkaç sefer hem de. Ve hatta farklı uyarlamalarını da sayarsak onlarca kez. A Christmas Carol, Bleak House, Great Expactations, Cricket on the Hearth, David Copperfield, The Life and Adventures of Nicholas Nickleby, Little Dorrit, Martin Chuzzlewit, The Mystery of Edwin Drood, The Old Curiosity Shop, Oliver Twist, Our Mutual Friend, The Pickwick Papers, A Tale of Two Cities. Ve bunların hepsinin çeşitli versiyonları. Geçenlerde şans eseri televizyonda bir filme denk geldim. Bir radyo sunucusu genç kadın aklı fikri parada, bir türlü kimseyi gerçekten sevemiyor ve onu seven erkekleri terk ediyordu. Sonra geçmişte beraber çalıştığı ama genç yaşta ölen bir kadının hayaleti geldi ve onu tek tek geçmişte, bugünde ve gelecekteki Sevgililer Günü’ne götürerek nasıl yalnız kalacağını anlatmaya çalıştı. Berbat bir filmdi ne yalan söyleyeyim, ama farkettim ki bu bizim A Christmas Carol’ın başka bir versiyonuydu. Adı A Valentine Carol imiş. Yani hala yaratıcılıkta sıkışan soluğu bir Dickens kitabında alıyor.