Sufle

‘Dünyanın merkezi bilim adamlarının dediği gibi dev bir demir küre değil, her evin mutfağı.’

‘Lilia, suflesinin ortası her çöktüğünde kendi yaşamını görüyordu sanki. Kendi yaşamında da ne kadar çabalarsa çabalasın bir anda ruhunun ortası çöküveriyor, hayat etrafına yıkılıveriyordu. İniş çıkışları efsanevi sufleden farklı değildi. Ne zaman fazladan sevinecek olsa bir anda bir mutsuzluk gelip kapısını çalıveriyordu.’

Karısı Clara’nın yasından arınmak için yemek yapmayı öğrenen Marc…

Yatalak olmak için elinden geleni ardına koymayan annesinden tek kaçışı mutfakta bulan Ferda…

Ve evinde kalan pansiyonerlere yemek yaparak geçmişin hayal kırıklıklarından kurtulmaya çalışan Lilia…

“Tıraş olmak için banyoya girdiğinde Clara’dan geriye kalan hiçbir şeyi görmemek için makinayı eline alıp klozet kapağının üzerine oturdu. Gözleri kapalı makinayı yüzünde gezdirdi. Şu an karısının saçlarını yıkadığı şampuanı bile görmeye tahammül edemeyecekti. Ne de gözaltlarına sürdüğü kremi. Clara’nın tarağına elini süremeyecek, lavabonun kenarında unuttuğu yüzüğüne dokunamayacaktı.”

“Nesibe Hanım sık sık baygınlıklar yaşar, zamanının çoğunu da yatıştırıcıların etkisi altında uyuyarak geçirirdi. Pasiflora en yakın arkadaşıydı, kolonya ise bir diğeri. Çocuklarından gördüğü en ufak bir itiaatsizlikte kendini camlardan aşağı atmaya kalkar, en iyi ihtimalle mutfak taşları üzerine büyük bir gümbürtüyle düşerek yığılırdı. Her şeyi abartılıydı. Sevinçleri, üzüntüleri, sinir bozuklukları, hastalıkları. Özellikle de ağrıları. Bütün bir dünya onun uzvuydu sanki. Acılarını o kadar büyük hissettiriyordu.”

“Salona bitişik bulunan yatak odalarına gidip baş uçlarındaki radyolu saatin düğmesini çevirdi. Bir anda Edith Piaf’ın ‘Non Je Ne Regrette Rien’i odayı doldurdu. Marc günlerdir ilk kez karısı dışında bir şey düşünebildi böylelikle. Ne olursa olsun nasıl da değişmiyordu hayatları. Bu şarkıyı ilk duyduğunda yedi yaşındaydı; yıllardır aynı çizgi romanları, mizah dergilerini okuyup duruyordu. Yıllardır televizyonda her akşam aynı programlar, aynı konuklarla devam ediyordu. Haber programlarının sadece dekoru biraz daha modernleşmiş, konuları, tartışılanları aynı kalmıştı. Her pazar günü aynı meydanda aynı grup toplanıp aynı dansları ediyorlardı. Her tarafından tarih süzülen bir şehirdi burası ve ne olursa olsun insanın geçmişi unutmasına müsade edilmiyordu. Tüm bu eskiye zincirlenmişliğin içinde nasıl unutacaktı Clara’yı? Nasıl çıkartacaktı hayatından? Başka hiçbir şeyi çıkartmasına izin verilmezken.”

“Ferda’nın hayatında pazara gitmenin bambaşka bir yeri vardı. Onun için pazarda, bir tezgahtan diğerine dolaşmak hiçbir zaman ziyaret edilmeyen küçük kasabalara kısa yolculuklar yapmak gibiydi. Son zamanlarda kadınlar arasında moda olduğu gibi kılık kıyafetle işi yoktu. Burnunun ucundaki kokuyu takip ederek ne alacağını bulur, renk renk sebzelerden, meyvelerden ilham alırdı. Onun için yemek tabağı bir natürmort inceliğinde olmalıydı. Sarmalar cilalanmış gibi parlamalı, maydanozlar diri durmalıydı. Tatların birbiyle uyumu senfoni eşsizliğini tutturmalıydı. Hiçbir malzeme boşuna konmamalıydı ortaya. Hepsinin hizmet ettiği bir amaç olmalıydı. Domates muhakkak ki patlıcanın burukluğunu tamamlamalı, etteki belli belirsiz tarçın gün içinde gerilen sinirleri yatıştırmalıydı. Köftenin içindeki kimyon sadece lezzet versin diye değil, mideyi de rahatlatsın diye en mükemmel kıvamda serpiştirilmeliydi kıymaya. Yemeğe konan fazladan salça fazladan makyaj gibi sırıtırdı. Yemeğin görüntüsü rujuyla allık yapanların basitliğine bürünürdü. Hayır ekstra bir tat yoktu Ferda’nın yaptığı ekmekte, arkadaşları yanılıyordu. Gerçek tam buğday unuydu o tadı veren. Bakkaldan alınandan değil, köyden getirilenden. Tarhanasının kokusu elbette farklı olacaktı, içindeki biber Urfa’dan gelmişti. Et kapamasının tadını diğerlerinden farklı yapan içine koyduğu ıhlamur yapraklarıydı. Yiyenler ıhlamurun mayhoşluğuyla rahatlıyor, ruhlarında aşkı keşfe çıkıyorlardı. Ferda annesinin evine getirdiği mutsuzluktan da pazarlara giderek sakınmaya çalışıyordu.”

Bir zamanlar kapların kalaylanmasının ne kadar önemli bir yeri vardı hayatlarında. Kalaycının sesi hala kulaklarındaydı. Babaannesi aynı zamanda paylamak anlamında da kullanırdı aynı kelimeyi. “Bir kalayladım Hatice hanımı” derdi. Nasıl azarladığını tabiri yerindeyse iştahla anlatırdı. Ferda bu lafı çok sevmesine rağmen bir kez bile kullanmamıştı. Hangi kelimeler hatıra kalacaktı biricik kız torunu Naz’a? Böyle yıllar sonra hatırladığında babaannesinin farklılığını hatırlatacak. Neydi onun alametifarikası? Düşündü, bulamadı. Neden ‘kalaylamak’ı ödünç almasın, nesilden nesile aktarmasın? Tam da denk gelen bir yere oturttu kelimeyi. Naz okulda kendini iten arkadaşından bahsediyordu.

“Kalaylasaydın sen de bir güzel onu.”
“Ne yapsaydım babaanne?”
“Kalaylasaydın. Yani azarlasaydın.”

Naz ellerini bankoya dayayıp kıkırdamaya başladı. Ferda da memnun gülümsedi. Tamam, başarmıştı. Kelimeyi yeni nesle atlattığından emindi.

“Çok komiksin babaanne. Kalaylamak alaylamak gibi bir şey mi?”
“Hayır Naz’cım, alaylamak diye bir laf yok. Alay etmek var. Kalaylamak birini bir güzel azarlamak demek.”
“Mesela öğretmenimiz geçen gün Burçak’ı azarlamıştı. Şey… ıhm… Şeyi bilemedi diye…. ıhm neydi… Neyse işte o zaman o Burçak’ı kalaylamış mı oluyor?”
“Evet.”
“Mesela geçen gün annem babamı kalayladı.”

“Karidesli güveç faciasının ertesi günü Marc iş dönüşü hemen apartmanlarının yanındaki markete uğradığında hayatının sonuna kadar en iyi arkadaşlarından biri olacak Mösyö Propre ile tanışmıştı. Yanyana dizilmiş onlarca kutu arasından bu iri yarı kollu, kel, tek kulağı küpeli, bembeyaz tişört ve kaşlı adamın üzerinde bulunduğu kutuyu ayırt etmek zor olmamıştı. Yıllardır televizyonlarda, metro istasyonlarında, panolarda fotoğrafını göre göre imaj zihnine kazınmış olmalıydı. Elinde tuttuğu kutunun üzerindeki resme dikkatle baktı. Neden bu kadar iriydi bu adam? Neden tek kulağında küpe vardı? Neden kaşları beyazdı? Marc farkında olmayabilirdi ama bunlar yıllardır insanların üzerinde düşündüğü ve spekülasyonda bulundukları konulardı. Kimine göre lamba ciniydi Mösyö. Kadınların en ihtiyacı olduğu zamanlarda ortaya çıkıp, sorunu hallediveriyordu. Kimine göre efsanevi bir Amerikan deniz subayıydı. Eğer gazetelerdeki haberleri dikkatlice takip etmiş olsaydı bir yıl önce Avrupa Parlementosunun bu imaja göre temizliğin sadece gücü, kuvveti yerinde olan erkek tarafından yapılabileceği mesajının verildiğini iddia ettiğini ve bu yüzden de Mösyö’yü uygun bulmadığını bilecekti. Ayrıca seyahat ettiği ülkelerde çevresine daha çok dikkat etmiş olsaydı Mösyö’nün ne kadar popüler olduğunu da farkedecekti. Her ülkede başka bir ismi vardı. İspanya’da Don Limpio, Meksika’da Maestro Limpio, Almanya’da Meister Proper, İtalya’da Mastro Lindo ve Amerika’da Mister Clean. 1958 yılından beri dünyanın dört bir yanında en çok kullanılan temizlik malzemesiydi ve getirdiği yenilikler bakımından kesinlikle devrimci bir kişiliği vardı. Marc elinde tuttuğu bir plastik kutuya bu kadar çok anlam yüklendiğini bilmeden, sırf bu yüz tanıdık geldiği için parasını ödeyip çıktı.”

“Lilia bütün bir ömür kendisi için çizdiği çizgiyi ancak şimdi farkediyordu. Kendi hayatını yaşadığını zannederken hep başkalarınınkini yaşamış, kendi dünyasını başkalarınınkinin etrafında kurmuştu. Bunun için suçlayabileceği kimse yoktu. Aldığı her karar ona aitti. Hatta Arnie ile evlenmeden önce kendini uyarmaya çalışanların söylediklerini elinin tersiyle itmiş, sadece kendi gördüğüne inanmıştı. Dung ile Giang’ı evlatlık edinmeden önce kardeşlerinden gelen uyarıları kulak arkası etmişti. Şimdi bundan yıllar önce bir metroda arkadaşıyla arasında geçen konuşmayı hayal meyal hatırlıyordu. Kendi parasını kazanmayı yeni bırakmış, kendini evlatlık edinecekleri çocuklara adamaya karar vermişti. “Umuyorum bir gün pişman olmazsın” demişti arkadaşı, “Bir kadının kendi parasını kazanması lazım.” Fakat Lilia her zaman bir sonraki adımı göremeyecek kadar umut dolu olmuştu. Hala yaptığı farklı değildi. Hala hayatını diğerlerininkine dayıyordu. Onun yaşamının sıradan bir şekilde devam edebilmesi için diğerlerinin kendi hayatlarını istedikleri gibi yaşamaya devam etmeleri gerekiyordu. Onlar yemek yiyeceklerdi ki Lilia’nın gün içinde yaşamaya bir sebebi olsun. Arnie ona dayanarak tuvalete gidecekti ki onun da sabahları uyanmak için bir nedeni olsun.”

“Amerikalılar onu Filipinlileştirmeye çalıştıkça o Amerikanlaşmıştı. Bir arkadaşıyla karşılaştığında iki yanak yerine tek yanaktan öpmesi, misafirini kapıya kadar geçirmek yerine salondan uğurlayıp kendi işine devam etmesi, hiç ilgisini çekmemesine rağmen herkesin işiyle ilgili sorular sorması bu yüzdendi. İlk başlarda sofradan biri erken kalktığı zaman, kendini Filipin inanışında olduğu üzere bereketin kaçmaması için tabağını ters çevirmemek için zor tutmuş, ancak yavaş yavaş bütün batıl inançlarından kurtulmak zorunda kalmıştı. Kaç kere artan pilavı çöpe atan arkadaşlarını parasız kalacaklarını söyleyerek uyarmak istese bile ses çıkarmamıştı Zamanla Amerika’da hiçkimsenin bereketinin kaçmadığını, kem gözün işe yaramadığını, bakire kızın yemek yaparken şarkı söylediği için yaşlı bir adamla evlenmek zorunda kalmadığını, hamileyken muz yiyenlerin ikiz doğurmadığını görmüş ve kendilerinin inandıkları bütün o ruhların Amerika’da var olamadıklarına karar vermişti. Bunun nedenini hep merak edecek, ancak yıllar yıllar sonra kardeşleriyle yine bir yemek sofrasında birbirlerine eski ülkelerinden kalma hikayeleri anlatırken bu fikrini paylaşacaktı. O zaman Amerika’da doğup büyümüş olmasına rağmen hepsinden daha çok Filipinli olan kız yeğeni şöyle diyecekti: “Eski dünyadaki ruhlar sudan korktukları için okyanusları aşıp yeni dünyaya gelemediler. O yüzden bomboş burası.”

‎”Marc’ın yaşadığı acı zamanla öyle bir doruk noktasına ulaştı ki, artık bu histen kurtulmak isteyip istemediğini sorgulamaya başladı. Onu besleyen bir felsefe vardı bu duyguda. Sınırsız mutluluğu yaşamış olan birinin hüznün de sınırsız olanını arama isteğiydi belki de. Ne olursa olsun ortalarda yapamama hali.”

Sayfa Sayısı: 308
Baskı Yılı: 2011
Dili: Türkçe
Yayınevi: Doğan Kitap

VAKİT HAZAN

BANA YARDIM ET

CELLAT MEZARLIĞI

BAŞKALARININ KOKUSU