Düşlerin kalem işçisi Nazlı Eray

Düşlerin kalem işçisi Nazlı Eray

Nazlı Eray’ın kurduğu dünya bir sirk! İçinde yok yok. Baş kahraman ise hep yazarın kendisi gibi. Trapezden uçuyor, hop yere iniyor, bir kaplanı terbiye ediyor, tek tekerli bisikleti dengede tutuyor. Bir sirkin var, ama yok dünyası Nazlı Eray’ınkini andırıyor.

ASLI E. PERKER
Şimdiye kadar pek çok yazarı, edebiyatını, hayatını yazdım Milliyet Kitap için. Galiba en zorlandığım bu oldu. Nazlı Eray. Neden? İçinden çıkılabilecek bir insan değil, içinden çıkılabilecek bir edebiyat değil, içinden çıkılabilecek bir hayat değil…
En sondan başlayayım. Bana ne öğretti Nazlı Eray biliyor musunuz? İnsanın hayatını kendinin tanımladığını. Sıkıcı anlatırsan sıkıcı olur, bir rüya alemine dönüştürürsen öyle kalır. Hadi onun gibi yapalım. Bu bir rüya olsun. Ben Nazlı Eray’mış, ama aslında Nazlı Eray değilmişim olsun. (Durun durun hemen kafanız karışmasın. Bir Nazlı Eray okuru ya da okur namzeti hâlâ geç değil bu tip karmaşık halleri anlayabilmeli ya da en azından anlamak için çabalamalı.)
Neyse, dediğim gibi misal ben Nazlı Eray’mışım. Neymiş özgeçmişim? Ankara’da doğmuşum. Varlıklı, cemiyette yer sahibi bir ailenin içine. İngiliz Kız Ortaokulu, İstanbul Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne gitmişim. Sonuncusundan mezun olmamışım. 17 yaşındayken genç bir adama tutulmuşum. Çok âşık olmuşum. Ondan bilmediğim pek çok şey öğrenmişim. Kavramlar, yazarlar, şairler, mekânlar. Ama sonra bir gün meğer onun başka bir sevgilisi daha olduğunu öğrenmişim. Meğer ikimizi bir arada idare ediyormuş… Çok üzülmüşüm, çok ağlamışım, tası tarağı toplayıp Ankara’ya gitmişim. Anneannemin yanına taşınmışım, birlikte yaşamışız. Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nda tercüman olarak çalışmaya başlamışım, ama ikiz kızlarım doğunca çalışmayı bırakmışım. Çocukluğumdan beri yazmaya ilgim varmış. Hevesliymişim. Yazmaya başlamışım. Bu arada bir gün uyanmışım, bir bardak soğuk su içmişim ve birden karnıma tarifi zor bir ağrı saplanmış. Ne olduğumu anlamadan kendimi hastanede bulmuşum. Bağırsak düğümlenmesi, komplike bir hastalık. İki buçuk yılımı hastanede geçirmişim. Çıkmışım. Eşimdem ayrılmışım. Bu arada kitaplarım yayımlanmış. “Geceyi Tanıdım” ile bir gecede ünlü olmuşum. 45 yaşıma geldiğimde Metin And ile tanışmışım, benden bir hayli yaşlıymış, apar topar evlenmişim. Fakat And ihtiyarmış, huysuzmuş, ejdermiş, hiçbir şeyine dokundurtmazmış, dışarıya çıktığımda surat asarmış, dört yıl dayanabilmişim, sonunda ayrılmışım. Bu arada Cumhuriyet Halk Partisi’nde aktif rol oynamışım. Yazmaya devam etmişim, kitaplarım çok başarılı olmuş, satmış. Hep İstanbul özlemiyle yaşamışım. Sonra bir gün İstanbul’dan aramışlar ve demişler ki sizin kiracı evden kaçtı. Haciz maciz, öyle bir şeyler. Yanıma en yakın arkadaşımı almışım, hop atlamışım gitmişim, eve yerleşmişim. İstanbul’a kavuşmuşum. Bu arada da bol bol seyahat etmişim, bütün dünyayı dolaşmışım.
Olağanüstü ne var şimdi Allah aşkına bu hayatta? İki buçuk yıllık hastane esareti dışında iki evlilik, iki çocuk, bir takım mutsuzluklar, özlemler, kalp kırıklıkları, bildiğimiz hayat işte!
Sıradan olmayan bir hayat
Ama ben anlatırsam öyle oluyor. Nazlı Eray’ın kendisi olduğu rüyasında, yani onun hayatında işler değişik. Biraz önce anlattıklarımın hiçbiri sıradan hadiseler değil. 17 yaşında tutulduğu o delikanlıyla gündüzleri hiç buluşmuyorlar misal. Hep geceleri buluşuyorlar ve Eray’ın Caddebostan’daki boş çamlık arsalarda dolaşırken bulduğu “Yıkık, sanki sonsuza çıkan ‘abstre merdivenler’de” oturuyorlar. Eray’ı etkileyen şeyler daima absürt olanlar. Merdivense sonsuza çıkanı olmalı. Ya da küçük bir çocukken, babaannesinin köşkünde kalırken ona çengel sakızı bırakan babaannesi ya da evdeki yardımcı değil, Hızır Aleyhisselam olmalı. Çok küçükken görüyor ilk kez Hızır’ı. Sonralarda Hızır bazen onu almaya geliyor, bir yerlere götürmek için. Mesela Las Vegas’a. Üzerinde koyu yeşil takım elbisesi, boynunda ince kravatı, ayağında bağcıklı, Sümerbank ayakkabıları var. Babaannesi ile beraber yattıkları yatağın üzerine düşen ışığın bir sokak lambasına ait olduğu anlaşılmış olmasına rağmen o üzerine ‘nur inen’ o yatakta yattığını düşünmeyi tercih ediyor. Metin And ile olan evliliği boyunca evde muskalar buluyor. Normalde muskalara inanmayacak bir insan, ama inanıyor. Tuvalette klozetin içinde bulduğu jölemsi tuhaf oluşumun / birikimin / varlığın her ne ise, kendisi olduğuna inanıyor. Sifon her çekildiğinde o jöle nasıl eriyorsa o da eriyip gidiyor, buna inanıyor. Kardeşiyle küsüyorlar, konuşmuyorlar, ama Bodrum’da bahçesine gelen Kel Maleç kardeşi, onunla dertleşmeye geliyor. Defalarca soruyor, “Osman bir şey mi oldu? Anlat bana.” Ona delicesine âşık olan, onun için savaşan iki erkek hep bir tahterevallide onun dünyasında. Karşılıklı koltukta oturacak değillerdi ya! Anneannesi bu hayattan göçüp gittikten yıllar sonra bile dişlerini hâlâ bir dolapta saklıyor. Tıpkı Metin And ile evli olduğu zamanlarda salonda duran, içinde ışık yanan gerçek insan kafatası gibi bu dişler de korkutmuyor onu. Olsa olsa ilgisini çekiyor. Çocukken yağan kar bile kar değil onun için; gökten dans ederek inen balerinler.
Bir rüya alemi
Küçük bir kız çocuğuyken babaannesinin yanındaki İnci Abla bir elmayı, kabuğunu hiç kopartmamayı başararak soyuyor, gece olunca elmayla beraber küçük Nazlı’nın yastığının altına koyuyor ve o akşam Hızır Nazlı’ya ileride evleneceği adamı gösteriyor. Yaşlı bir adamı görüyor küçük kız, Metin And’ı anlayacağınız. Ya da o gördüğünü zannediyor, geçmişte geleceğini gördüğüne inanmak istiyor. Zengin mi zengin bir hayalgücü. İlk günkü kadar çocuk, ilk günkü kadar olgun.
Bu hayalgücünü yazdıklarına taşıması elbette doğal. Kendisini tanımıyorum (bir imza gününde yan yana oturmamız dışında bir görüşmemiz olmadı) fakat bana öyle geliyor ki kendisi sadece ve sadece sıradışı, gerçeküstü düşünebiliyor. Tamamen otobiyografik olan “Tozlu Altın Kafes”te bile anılarını sıradan anlatamıyor. Şöyle oldu, böyle oldu diyemiyor. Bir rüya alemine dalıyor çıkıyor. Tüm eserlerinde kendinden, yaşantısından izler olduğunu düşünüyorum. Anıları ondan taşıyor, muhakkak satırlara sızıyor. Fakat bunları hep bir rüya aleminde yapıyor. “Halfeti’nin Siyah Gülü”nde misal, kaybettikleri yılların peşinde olan yaşlı adamlar var. Hayattan alacaklılar. Kendisinin de hayatıyla ilgili alacaklı olduğunu düşündüğüne eminim. Metin And ile geçirdiği dört yılı, hastanede geçirdiği iki buçuk yılı ve kimbilir belki de İstanbul’dan uzak geçirdiği yılları kayıp gibi görüyor. Üst üste koysan kaç yıl eder bilmem, ama bunu direkt anlatmak yerine kurguya sızıp sıradışı imgeler kullanıyor, insanların zihinlerine uzayan koridorlar koyuyor. Uçağa giden körüklüler gibi. Yahut parti genel başkanı ağzını ne zaman açacak olsa oradan kurultay gürültüsü dökülüyor. Islık sesleri, alkışlar, yuh sesleri. İnsan o imajı aklında canlandırmadan edemiyor.
Mesaj kaygısız
Kitaplarında daima zaman atlamaları var. Mekân atlamalarıyla birlikte. En son neredeydiniz, hangi karakterleydiniz unutuyorsunuz. Yanlış oldu; unutmuyorsunuz, hemen hemen hiç bilemiyorsunuz. Beyniniz dolu, hatta belki sulanmış. Siz de en karmaşığından bir rüyadasınız artık. Hiçbir şeyi çözemiyorsunuz. Kendisine bu zaman kaymaları ile ilgili, daha doğrusu bu zaman kaymalarından dolayı olabilecek kurgusal hatalardan ötürü kaygılanmıp kaygılanmadığı sorulduğunda, “Dönüp okumam bile. Yoksa çok yorucu olur,” demiş. Doğru. Yorucu olduğu hakikat. Bu sebepten bir okur olarak rahat bırakmalısınız kendinizi. Çok ciddiye almamalısınız. Bakalım bu rüya alemi sizi alıp nerelere götürecek. Sonunda bir şey öğrenmek zorunda da değilsiniz hani. Mesaj kaygısı yok. Ancak size hissettirebileceği duygular var. Kayıp. Tutku. Özlem. Henüz raflarda yerini alan “Rüya Yolcusu” adlı kitabının bana en çok yaşattığı his anneye özlemdi mesela. Annemi kaybetme korkusu yüreğime geldi oturdu. Belki daha sık aramalıyım annemi, daha çok sarılmalıyım. Hoş, teyzem der ki “Gözün torbası yok, dolduramazsın,” ama ben daha çok öpmeliyim ellerini, yanaklarını, daha çok görmeliyim.
Kendisine Türkiye’de büyülü gerçeklik akımının kraliçesi diyorlar. Doğru. Hatta kralı ve kraliçesi. Türkiye’de bir benzeri yok. Nedir büyülü gerçeklik? Kendi tanımıyla anlatalım: “Bir yerde kitabın içinde fantezinin olması. Gerçeklerin ve fantezinin üstünün büyülü bir tülle örtülmesi. Benim yaptığım o. Belgesel büyülü gerçekçilik de yapıyorum. Mesela ‘Farklı Rüyalar Sokağı’ kitabında Eva Peron’un, ‘Kayıp Gölgeler Kenti’nde Stalin’in hayatını, ‘Venüs’ün Son Gecesi’nde Marilyn Monroe ve Kennedy’nin cinayetlerini anlatırken yaptığım şey. Tarihi gerçekler olduğu için, belgesel. Büyülü bir yelpazeden film gibi sunmak.” Nazlı Eray kitaplarının analizi pek mümkün değil gibi. Yapabilen berigelsin. Bakın bir örnek vereyim. Kanımca onun romancılığının özeti birkaç cümlesi: “Bilmem anlıyor musunuz? / Herzog’un kamerası anlamıyor. / Pasifik deyince aklıma Victor gelir. / Korazon sokağı, Şair Nedim sokağı, Ferdinand Marcus sokağı deyince de aklıma Victor gelir.”
Diyeceksiniz ki, iyi de biz bu kitabı bilmiyoruz, bunlar zaten bize bir şey ifade etmez. Ben de diyeceğim ki “Pasifik Günleri” adlı kitabın 63. sayfasında rastlayacağınız bu cümleleri anlasanız da anlamayacaksınız. Bir rüyayı sabah kalktığınızda ne kadar iyi kavrayabiliyorsanız, elinizde ne kadar tutabiliyorsanız o kadar olacak. Ama bu bilinmezlik içinde kaybolmak hoşunuza gidecek. Bazı kavramların üzerinde düşünmek, gerçekten olup olamayacağını hayal etmek hoşunuza gidecek. Bunlardan biri rüya takılması örneğin. Bir rüyada gördüğünüzün uyandığınızda gerçek olması hali. Bir erkeksiniz, rüyanızda kadın olduğunuzu gördünüz, uyandınız ve artık gerçekten bir kadınsınız. İşte bu bir rüya takılması. Bir diğeri müşterek bellek. İki kişinin aynı anılara sahip olması. Birebir. Birbirlerinin boşluklarını doldurması. Ne güzel olurdu değil mi?
Başlangıç noktası: Rimbaud
Tabii insan meraklanmadan edemiyor. Nazlı Eray nelerden beslenir? Böylesine bir hayal dünyasını neler oluşturur, neler doldurur? Sormak şansı yoksa satırlar arasında dedektiflik yapmalı. Bakalım, neler olabilir? Sembolizm akımının önde gelen temsilcilerinden Arthur Rimbaud’ya olan hayranlık. Hatta belki de Eray’ın sanatının başlangıç noktası Rimbaud. Hani genç bir delikanlıdan bahsetmiştim ya. Onun kalbini kıran. İşte ilk buluşmalarından birinde o anlatıyor genç Eray’a Rimbaud’yu. O sevdiriyor. Zaten hayal dünyası her tür sembolizme açık olan Eray bir daha geri dönmemecesine bir yola giriyor. Sürrealist akımın kurucularından Paul Eluard’a bakalım. “Gizlenmiş bütün güneş / Kaynakların bütün kaynağı suyun dibinde / Kırık aynaların bütün aynası / Bir yüz sessizliğin tartılarında” dizelerinin şairi. Antonin Artaud var sonra. O da sürrealizm öncülerinden ve oyun yazarı, şair. Fernando Pessoa. Toplam 76 farklı isimle yazan bir Portekizli modernist şair / ressam. Avangart sürrealist yönetmen Luis Bunuel. “Yaşlı adam genç kadın”ı – ki Nazlı Eray’ın bir dönemki hayat hikayesi- bu işliyor. Liste böyle uzayıp gidiyor. Hangi kitabındaydı bilmiyorum, bir dönem Rosita Serrano’ya kafayı taktığını biliyorum. “Carmencita la gitana” adlı bir şarkıya. Müziğe düşkün bir yazar Nazlı Eray. Muhtemelen dans etmeyi de seviyor. Hatta belki şarkı söylemeyi. Carmencita’yı ben de onun sayesinde ilk kez dinlemiş oldum. Hayranlık duyulacak kadar var. Anılarında anlattıklarından bir başka anladığım Eray’ın hayat dolu bir kadın olduğu. Kızıl saçlarından belli değil mi aslında? Beni her zaman şaşırtmış ve cezbetmiş kızıl saçları. İşte geliyoruz “İçinden çıkılabilecek insan değil” derken ne demek istediğime. Neşeli bir kadın gibi geliyor bana. Zaten yanlış anlamıyorsam kendini de öyle tarif ediyor. Durduğu yerde duramayan, çat burada çat kapı arkasında, tüm dünyayı dolaşmayı (tıpkı Rimbaud gibi) kendine yaşam tarzı bellemiş biri. Mizahi yanı da var. Hatta yazdıkları arasında beni en etkileyen satırları paylaşmak isterim: “Aç karnına gitmeyelim alışverişe artık’ dedi Fred. ‘Gereksiz şeyler alıyoruz.’ Elimdeki kocaman, dikenli ananasa bakarak ‘Doğru’ dedim.” Komik. Bildiğin komik. Ama romanlarındaki o karanlık da nereden geliyor? Okura bulaşan hüzün? Derinlerindeki sıkıntı? Kabusa dönüşen rüyalar… Karabasanlar… Galiba tıpkı yazdıkları gibi Nazlı Eray. Uçucu, elle tutulmaz, tam olarak tanımlanamaz. En azından bir okur olarak bana hissettirdikleri bunlar. Muhakkak ki tuhaflıkları seviyor. Abstraktı. Sıradışı olanı. İki buçuk yıl kaldığı hastaneden çıktıktan sonra orayı özlemesinden belli. Acaba o hastaneden çıktıktan ne kadar sonra Samsara’yı parfümü olarak seçmiştir? Ölümden sonra yaşam anlamına geliyor samsara.
Çocuklar için
Nazlı Eray elbette ki çocuklar için de yazmalıydı. Yazdı ve çok da iyi etti. Zira onun memlekette kimselerde görülmeyen hayal gücünden çocuklar da payını almalı. Bakınız “Karga Feramuz’un Aşkı”. Karga Feramuz bir ceviz ağacında yaşamaktadır ve ağacın bulunduğu bahçenin sahibi Cevriye Hanım’a âşıktır. Olaylara torun Nazlı tanıklık eder. Buyurun size büyülü gerçeklik. Olmayacak bir iş gibi, değil mi? Ama bakınız böylesine bir olaya bendeniz bizzat şahit oldum, dolayısıyla bir hayli gerçek. Acıbadem’de yaşayan kayınvalidem Ayşe Hanım, hemen yakındaki ağaçta yaşayan kargayı besliyordu bundan 10 yıl önce. Yanlış hatırlamıyorsam bir de yaralanmıştı karga da, pansuman falan da yapmıştı. Karga kayınvalideme âşık oldu. Nereden mi anladık? Her sabah işe gitmek için dışarı çıkan kayınpederimi kovalamasından ve hatta kafasına ceviz atmasından. Öyle bir hâl aldı ki bu iş kayınpeder kafasını koruyarak ve de koşarak terk ediyordu mahalleyi. Bunu duysa ne derdi Nazlı Hanım? Şüphesiz hoşuna giderdi. Belki de onun kargası Feramuz bizim kargamızdı. Çünkü bu hayatta ne gerçek ne değil bilinmediğini en iyi kendisi biliyor, öyle değil mi?
Milliyet Kitap ilavesine yeni kitabı “Rüya Yolcusu” vesilesiyle kapak yaptığımız Nazlı Eray, kitabında hayatını gözlerimiz önüne seriyor. Zaten şeffaf bir yazar, kendine, geçmişine dair pek bir şeyi saklamaya niyeti yok. Fakat bunu bir rüya aleminin içinde yapıyor. Tıpkı kitabın girişinde Pessoa’dan yaptığı alıntı gibi: “Ay ışığı düştüğünde çimenlere / bir şeyi hatırlarım, ama neyi / Yaşlı hizmetçi kadının sesini hatırlarım / bana masallar anlatan.” İşte böyle bize masallar anlatıyor yazar. Arada bir meraklısı olduğu birtakım ünlülerin de hayatlarına girip çıkıyor. Nedensiz. Daha önce birkaç röportajında da söylediği gibi kendi merakı. Anlatılanlar “Tozlu Altın Kafes”i okuyanlara tanıdık gelecek. Sadece anlatım şekli farklı.

Milliyet Sanat