Pastör Türk’müş!

Louis Pasteur Biography - Childhood, Life Achievements & Timeline

Pastör Türk’müş!

Şaşırdınız değil mi? Umuyorum şaşırdınız. Çünkü şaşırmıyoruz, ilgilenmiyoruz, umurumuzda değil. Çemberi tamamlamaya az kaldı.


Geçenlerde bir sergi geziyordum. Resimlerden çok ressamın yıllar içerisinde uğradığı değişim, çeşitli akımlardan etkileniş şekli ve gelişimi zihnimi kurcaladı. Belli ki uzun yıllar içerisinde toplum bazında yaşananlar, politik olaylar ve farklı akımlar onu yoğurmuş, şimdi bulunduğu noktaya getirmişti. Yaşanan değişimlerden duyduğu heyecan çizimlerine, tuvallerine yansımıştı. İnsanları şaşırtmak, provoke etmek, sarsmak, dolayısıyla da durup düşündürmek için çizmişti. Bir zamanlar pek çok kişiyi kızdırdığı anlaşılıyordu, cinselliği kullanım şekliyle pek çoğunun midesini bulandırdığı, uçlara ittiği belliydi.

 Oysa onun o bir zamanlar tam da insanların damarına basmak için ortaya çıkardığı eserlerin şimdi, bizler, genç nesil üzerinde hiçbir etkisi olmadığını kabul etmekten başka yapacak yok. Takdir etmekten başka bir duyguyu uyandırmadığını söylemek üzücü ama gerçek.

Özellikle 90lardan itibaren, teknolojinin sadece gelişmesi değil kullanımının yayılmasıyla da beraber her şeyi o kadar çok görür olduk, her şey burnumuza öyle bir dayandı ki şaşıracak halimiz kalmadı. Bazı şeyler halen iğrenç gelebilir, ahlaki değerlerimize uymayabilir, inançlarımıza aykırı bulabiliriz, ama bunlar şaşırdığımız anlamına gelmiyor. Bir kadının ya da bir adamın cinsel organının resmin ortasına yerleştirilmiş olması yadsınacak bir şey değil artık. Bir adamın karar verip bütün bir ırkı ortadan kaldırma işine girişmiş olması, onlardan sabun yapma projesi örneğin öylesine derinlemesine anlatıldı, öylesine irdelendi ki biz bunun yaşanabilir bir şey olduğunu biliyoruz.

 Büyük tutkuyla, milyonlarca insan tarafından takip edilen, yıllara damgasını vurmuş politik inançların gözümüzün önünde yok olup gittiğini gördük, yenilerinin de gelip gidebileceğini anlayışla karşılıyoruz. Her türlü hastalığı neredeyse kanıksamış haldeyiz, her yıl yeni bir virus çıkabilme ihtimalinden haberdarız, şok olmuyoruz. Ve aynı şekilde her hastalığın tedavi edilebilme ihtimali olduğunu da öğrendik. Tıpta atılan yeni adımlar bizi olsa olsa beş dakika şaşırtabiliyor.

Bir zamanlar bir beyaz kağıdın bir makinadan girip, dünyanın öbür ucunda bir başka makinadan nasıl çıktığını tahayyül edemezken şimdi üç saniye içerisinde yüzlerce kişiyi bir konuda bilgilendiriyor olmak şaşırtmıyor bizi. iPhone’un bir üst modeli çıkacakmış deyip, geçip gidiyoruz. Videoda değil televizyonda izlemekte olduğumuz filmi o an durdurup istediğimiz zaman kaldığımız yerden devam edebiliyoruz. Zamansızlık içerisinde kendi zamanımızı yaşıyoruz. Jetgillerin havada gezinen arabaları piyasaya sürüldüğünde şaşıracak mıyız sanıyorsunuz? Hayır, her şeye hazırlıklıyız. 

Şaşırmıyoruz. Duyduklarımıza, gördüklerimize şaşırmıyoruz. Çok ilginç diyoruz nezaketen neredeyse, benzerini daha önce görmüş olmanın verdiği sıkılganlıkla. Tuhaf gelen şey en kısa zamanda alışıldık oluyor, heyecanını yitiriyor. Nihilizmi felsefe tarihine sunanlar bir de şimdiyi görmeliler. Zira şimdi onların tartışmaları bile değerini, anlamını yitirmiş durumda. Hiçlik anlamına gelen nihilism bile bir hiç. Üzerinde düşünülmüş, konuşulmuş, kenara konulmuş bir mevzu.

 Ve bu yüzden de bomboşuz.

En son ortaya çıkan sanat akımı nedir örneğin? Postmodernizm. Nedense 1980’e kadar her on yılda bir yeni bir akım ya da akım altı dallar ortaya çıkarken bu tarihten sonra yeni hiçbir şey yok. Akımı bırakın yeni bir dalı bile yok. Zaten postmodernizmi de çoktan tükettik. Bugün artık insanların içinde yaşadığı ortamların bire bir gösterildiği canlı sergiler var, onların önünden bile geçip gidiliyor. Ne var bunda diyerek. Hiçbir şeye hayret etmemek, var olanı yok saymak postmodernizmin bize acı hediyesi.

 Cinsel fanteziler, çocukluk travmaları, depresyonlar, hepsi ortaya döküldü saçıldı, onun bile enteresan yanı kalmadı. Köşe yazarları sayfa sayfa özel hayatlarını anlattılar, sıktı.

 Peki bu kadar hiçbir şeyden etkilenemezken, heyecanlanamazken, var olanı yadsıyamazken nasıl yenileneceğiz? Gelecek nesillere onların etkileneceği ne bırakacağız? Onlar da dönüp dönüp kurtuluşu rönesansta mı bulacaklar? Varoluşçuluğu mu okuyacaklar? 

20 Temmuz 1969’da Neil Armstrong dünyanın uydusuna ayak bastığında milyonlar televizyona kilitlenmiş  onu seyrediyordu. Bugün Mars’a insan gönderilse –ki bu konuda çalışmalar var- kim oturup seyredecek merak ediyorum.

Bana öyle geliyor ki uzaylı çıkıp gelse “Merhaba” dese kimsenin umru olmayacak. Bir grup şüpheci inanmayacak, ama aksini kanıtlamaya da girişmeyecek, çünkü kendi işiyle gücüyle meşgul olacak, vakti olmayacak. Üç kollu insanlar türeyecek olsa “Bunu da gördük ya dünyanın sonu geliyor” diyeceğiz ama bunu bile büyük bir orijinalite olarak algılamayacağız. Bizim için deformasyon sıradan artık. Birileri tarafından incelenecek, araştırılacak, problemse çözümü bulunacak.

İşte sergiyi gezerken bunları düşünüyordum. Ressamın duruluğuna özendim. Bir şeyleri ilk kez görmenin, duymanın ya da ortaya koymanın ne kadar özel olduğunu bilip bilmediğini sormak istedim. Bugün bizlerin ortaya koyacağı hemen her şey daha önce yapıldı, denendi, görüldü. Birini şoke etme ihtimalimiz çok az.

 Bunun sonu nereye varacak peki? Belki de bu hiçliği, boşvermişliği, umursamamazlığı sonuna kadar yaşayıp tüketeceğiz ve sonunda çemberi tamamlamış olarak yeniden şaşkın gözlerle dünyaya bakma şansını yakalayacağız.